19 Aralık 2014 Cuma

GÖRME ENGELLİ KARDEŞLERİMİZ İÇİN KİTAP SESLENDİRMEYE NE DERSİNİZ?

Bilemiyorum sizlerde olur mu, bazen -Allah göstermesin- herhangi bir duyu organımı kaybetsem neler hissederim, onu düşünürüm.

Duymasam mesela... Karşımdaki insanın "günaydın" dediğini nasıl anlarım?
Gülümsemesinden mi?
Yoksa dudaklarını okuyarak mı?
Ve bunu deneyimlemeye çalışırım bazen.
Televizyonun sesini tamamen kapatıp, söylenenleri anlamaya çabalarım.
Başlangıçta pek anlayamam, bazı kelimeleri seçebilirim ancak. Yada vücut ve yüz hareketlerinden haleti ruhiyelerini çözümlemeye çalışırım: neşeli, kızgın, meraklı gibi...
Tümünü anlamak elbette zordur, çaba sarf etmek, belki de eğitim almak gerekir.


Bazen göremediğimi hayal ederim.
Gözlerimi kapar, el yordamıyla neyin ne olduğunu bulmaya çalışırım.
Bunu öğrenciyken yapmaya alıştım aslında.
O dönemler walkmanler modaydı, bilirsiniz.
Kocaman tuşları yoktu ama benimkinin, dönemine göre fena olmayan bir modeldi, üzerinde 5-6 tane küçük, yuvarlak tuş vardı ve en üstünde de koyu gri renkli bir kılıfı bulunuyordu.
Geceleri çoğu kez yatağın içinde ya radyo yada kaset dinlerdim.
Tabi zaman zaman frenkans değiştirmek yada kasetin diğer yüzünü çevirmek isterdim, bunun için de tuşların yerini bilmek gerekirdi.
Zifiri karanlık odada bunu ancak el yordamıyla yapma şansım vardı.
Artık görmeden hangi tuşun ne işe yarayacağını dokunarak biliyor ve işimi rahatça hallediyordum.
Sonra görmeden, elle dokunarak bulma yöntemini cep telefonumun pin kodunu girmek için uyguladım zaman zaman.
Tabi o zaman telefonum tuşluydu, dokunmaktik değildi (sonuçta pin'i tutturmak için 3 kez deneme şansım var;)
Şu an -sonsuz şükürler olsun- tüm uzuvlarımı kullanabiliyorum.
Görüyorum, duyuyorum, yürüyorum, hissediyorum.
Ama bunları yapamayan kardeşlerimiz var.
Elbette hepimiz sahip olduklarımız için şükrediyoruzdur zaman zaman.
Ama ben sadece "şükürler olsun" deyip bir kenarda durmanın yeterli olmadığını hissediyorum.
Nasıl ki dinimizde ve kültürümüzde sahip olduğumuz imkanları (zekat vermek yada paylaşmak gibi) seçeneklerle diğer kardeşlerimizle bölüşüyorsak, bence uzuvlarımızın da zekatını, bize sunduğu imkanlarla birlikte, ihtiyacı olan kardeşlerimizle paylaşmalıyız.
Ben "uzuvlarımızın zekatı" olarak adlandırıyorum, dilerseniz "sosyal sorumluluk" diyin yahut da farklı bir şekilde tanımlayın, hiç problem değil.
Amaç ve araç aynı, sadece isimlendirme farklı.

2-2.5 sene kadar evvel yukarıda anlattığım hususları düşünürken, bir gün Eyüp'te Haliç kenarından geçerken İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait Görme Engelliler Kütüphanesi'nin binasını gördüm. Hemen internetten araştırdım, telefon ile görüştüm. Gönüllü olarak kitap seslendirebileceğimi öğrendim ve çok mutlu oldum.

Bir gün iş çıkışı iş arkadaşımla (ki sonradan eşim olmuştur kendileri;) bu kütüphaneye gidip yetkililerle görüştük.
Bizi karşılayan bey de (ismini maalesef anımsayamıyorum) kısmen görme engelliydi. Bizi güzel bir şekilde karşıladı. Kütüphaneyi kullanan kardeşlerimiz tarafından sesli kitap haline getirilmesi istenen kitapların olduğu bir kitaplığa götürdü bizi ve istediğimizi seçebileceğimizi söyledi. Kitaplıkta konu anlatımlı ders kitapları, hikaye ve romanlar, şiir ve test kitapları vardı. Başlangıç için kısa bir şey seçmek daha iyiymiş. Çünkü bazı okuyucular yarıda bırakmak durumunda kalıyormuş. Yarıda kalan bir kitabın başka bir gönüllü tarafından seslendirilmesi, dinleyici kardeşimiz için adapte sorununa yol açabiliyormuş, çünkü alıştığı bir tonlama ve ses karakteri oluyor neticede... Biz de bu uyarıları dikkate alıp kitaplarımızı seçtik.
Okuma ve kayıt işlemini kendimiz yapıyorduk. Sese karşı yalıtılmış küçük bölmelerin bulunduğu bir alanda kulaklıkları takıp, kitaba dair tüm bilgileri (yazar, yayın evi, yıl, bölüm ismi,bölüm sonu, vb.) seslendirerek kaydediyorduk.
İçimde hala kanayan bir yaradır, istemeden de olsa kitaplarımızı yarım bırakmak durumunda kaldık maalesef (İş yerinden geç çıkmak durumunda kalmamız, işlerin aşırı yoğun olması, bu arada evlilik hazırlıklarına başlamak gibi).
Ama ahdım var, nasip olursa en azından tek bir kitap olsa dahi seslendirmeyi tamamlayacağım.


Başladığım içi yarım bırakmayı sevmem. Araştırıp karıştırdım ve İstanbul genelinde görme engelli kardeşlerimiz için kitap seslendirebileceğimiz adresleri ve iletişim bilgilerini -bulabildiğim kadarı ile- toparladım.
Şayet benim yazmadığım fakat sizlerin bildiği farklı yerler varsa muhakkak belirtin lütfen, bir teşekkür eşliğinde hemen aşağıya eklerim.


http://www.altinoktaistanbul.org/tr/
Adres: İzzet Paşa Mah. Vefa Poyraz Cad. No: 6 Şişli
Tel: 0212 291 91 71 (Dahili: 111, 116, 117)

Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı (GETEM)
Adres: Kuzey Kampüs Kuzey Park Binası Kat: 1 34342 Bebek
Tel: 0212 359 76 59/0212 359 75 38

İstanbul Üniversitesi Engelsiz Bilgi Merkezi:
Adres: İstanbul Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı 34452 Beyazıt
Tel: 0212 455 57 83
iuengelsiz@gmail.com adresinden ivedi dönüş alınabiliyor.

İstanbul Üniversites'nin hizmeti bilgisi, "Yorumlar" kısımında Adsız olarak ismi geçen bir arkadaşımızın paylaşımıdır.  Desteği için teşekkür ederim.

İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi Görme Engelliler Bölümü
(Sitede bilgi yok ama telefon ile bilgi vereceklerdir)
Adres: Tuğran Emeksiz Sok. No: 2/4 Beyazıt
Tel: 0212 522 31 67

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphanesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü Sesli Kütüphanesi
Adres: Sultan Reşat Cad. Boyacı Sok. No: 6 Eyüp (Eyüp İskelesi karşısında, teleferiğe çok yakın)
Tel: 0212 417 25 46

Kadıköy Belediyesi Görme Engelliler Sesli Kütüphanesi
Adres: Koşuyolu Cad. Mahmut Yesari Sok. No: 84 Koşuyolu/Kadıköy
Tel: 0216 348 42 54

Yazdıklarından hisli ve samimi biri olduğu kanaatinde sahip olduğum sevgili MİNEL SE'nin yorumunu eklemek istiyorum. Çok yerinde bir talebi var.
"... Uzun zamandır yapmak istediğim bir şey bu benim. Ama sadece avrupa yakasında bir yerde yapılıyor biliyordum. Hemen aradım Kadıköy telefonunu. Telefona çıkan kişi hafta içi saat 9 ile 4 arası seslendirme yapılabildiğini söyledi. Şimdilik hafta sonu yok ama talep artarsa 2015 te açılabilir müjdesi verdi. Buradan gönüllü olarak seslendirme yapmak isteyenlere çağrı yapmak istiyorum ben de. Lütfen hafta sonu seslendirme yapabilmek için müracatta bulunmaktan çekinmeyin. Bu sayede hafta sonu seslendirme yapma imkanı bulacağım ben de..."



Hayat, insanlar uyum içinde olunca güzel.
Sosyal projelerde yer almak hem bizleri daha mutlu kılıyor hem de bir takım ihtiyaçların giderilmesine vesile oluyor.
Destekçi olabilmek temennisi ile...

12 Aralık 2014 Cuma

HUZURSUZ BACAK

Son zamanlarda sağıma soluma bakıp, eski ile yeniyi çok kıyaslar oldum. Hani olur ya "aah, nerede o eski günler" diyen emekli memur amcalar, kabiliyetli hanım teyzeler, o misalim resmen.

İstanbul gibi hem güzellik hem karmaşa dolu bir şehirde yaşayınca sanırım bu hisse daha fazla kapılıyor insan.

Derin düşüncelere dalıp dalıp iç geçirdiğim şu günlerde, son okuduğum kitap Huzursuz Bacak ilaç gibi geldi diyebilirim (bu düşüncelere kapılan tek kişi olmadığını hissetmek güzel şey).
Yazar Mustafa Kutlu, hani sinema filmi vardı Uzun Hikaye isminde, bu yazarın kitabından uyarlama...
Bu kitabı internetten incelerken öğrendim ki Mustafa Kutlu hikaye türünde hatırı sayılır bir kıdeme sahip.


Kitap hafif, içten. Ve karşınızda biri sanki başından geçenleri anlatıyormuş hissiyle ilerliyorsunuz.

İtibarlı ve maddi imkanları kuvvetli bir ailenin erkek evladı olarak, memleketin siyasi anlamda karışık olduğu dönemlerde üniversite öğrencisi olan Ömer Faruk'un yurt dışındaki akademik kariyerini noktalayıp, vatana millete hizmet etmek amacıyla ülkeye geri dönmesi sonucu karşılaştığı olaylar anlatılıyor.

Giderken bir davası ve inancı olan yakın ahbaplarının, onun yokluğunda zaman içinde para ve dönem trendleriyle olan imtihanı sonucu nasıl değiştiklerini gözler önüne seriyor.
Yıllar içinde değişen sadece insanlar olmuyor elbette, hararetli sohbetlerin yapıldığı o eski samimi kahve kalmamış mesela, bambaşka bir mekana ve ruha bürünmüş.

Eskiden dem vurmayı sevip, azıcık da olsa "nasıl her şey bu kadar hızlı değişir" diyen biriyseniz, muhakkak size hitap eden satırlar bulacaksınız.

9 Aralık 2014 Salı

DÜNYAYI KURTARAN KIZ

Yazar: Ayşegül GENÇ
Yayınevi: Genç Kitaplığı

Ayşegül Genç'e ait okuduğum ilk kitap Metropol Bedevisi idi. Yazarın üslubunu, takıldığı hususları çok sevdiğimi yazmıştım.

İlk kitabın tadı damağımda kaldığı için,  TÜYAP 2014 Fuarın'nda diğer kitaplarını inceledim ve Dünyayı Kurtaran Kız'da karar kıldım.

Okumaya başlayıp, sayfalarda ilerledikçe, ilk kitap ile elimdeki arasında konu seçimi, hayata bakış ve anlatım yönlerinden farklılıklar hissettim.
Başlangıçta bu hislere kapılsam da, zaman içinde bu durumu yazarın iç dünyasında yıllar içinde fırtınalar koparan ama dışa vurumu meltem etkisinde kalmış birikimler olarak yorumladım.

Öncelikle kitaptan birkaç alıntı yapıp, sonrasında görüşlerimi paylaşmaya devam edeceğim.

Daha iyisini "alma" kaygımız ne zaman daha iyisini "verme" yönünde evrilecek bilmiyorum.

...Kibir, toplumdan bağımsız bir davranış değildir. Hangi devirde yaşarsanız yaşayın; o devrin kibirlilik simgesi ne ise ondan uzak durmanız öğütlenir. Eskiden; eteğin yerde sürünmesi kibirlilik alametiydi, şimdi ise sadece pasaklılık alameti.


Velhasıl ufaktan kalem oynatan acemi bir yazar olarak, kararımı vermiş bulunuyorum. Yükselişi engellenmez, ulaşılamaz bir yazar olmaktansa; ağladığımda ağlayacağını bildiğim üç beş okurum olsun yeter.

"Kaç yıl yaşarsan yaşa ömrünün en uzun yarısı ilk 20 yıldır" derler.


Adalet gününün sahibi verdikleri ve vermedikleri ile imtihan eder insanı.

İnsan sevdiği insanların yüzlerine bakarak bir ömür yaşayabiliyor ama kendi yüzüne bakarak sadece yaşlanıyor.

Merhamet ile acımak arasındaki farktan bihaberiz. Acımak insanların arasındaki mesafeyi büyütür, merhamet ise bu mesafeyi kapatır.

(Tesettürlü bayanlar için moda dergisi (?) kıvamında bir iddiayla ortaya çıkmış Âla Dergisi ve benzerlerine gönderme yaptığı satırlar) ... Takva gibi kaygıları olan hanımlar fark edilmek için değil, fark edilmemek için çaba sarf ederler... Zevk ve estetik kategorisine girmek adına hayatını çarşı-pazar arasında yol etmek yerine daha faydalı işler peşinde koşmayı yeğlerler.

Sadece dindarların sırtına yükledikleri o ahlaki değerlerin "din" ortada olmasa bile fıtrat gereği her çağda kendince başka bir isme bürünüp muhakkak var olacağını unutuyorlar.

Diğer yandan dindarları garibin mazlumun kimsesizin garantisi olarak görmek bir bakıma dinin yapıcı rolünü itiraf etmek de oluyor. Kıyasıya eleştirdikleri dindarların bu beklentilere cevap vermemesi halinde ise garip bir şekilde tatmin oluyorlar.

Körlüğün her türlüsünden Allah'a sığınırım, ama en çok da sorumluluklarımı başkasına atarak rahatlayacak kadar gaflet içinde olmaktan!

Erkek gücün içinden merhameti çekerek zulmetmesin. Kadın da merhametin içinde zulüm katarak güç kazanmaya çalışmasın. Zaten bir mümin güçlendikçe merhamet eder, bir mümine de merhamet ettikçe güçlenmez mi?

Özgürlük denildiğinde sadece zevkleri ve hazları sınırsızca yaşamak olarak algılayanlar ve dini emir ve yasakları sınırlandırıcı buldukları için karşı çıkanlar bedensel arzuların esiri haline geldiklerini hiç bir zaman kabul etmeyeceklerdir elbette.


Evlilik teknik ve artistik açıdan karınıza tam puan vereceğiniz bir spor dalı değildir. Bu yüzden tahakküm eden dindar erkeğin bu düşüncesi kadar; bu şekle girmeyi kabul eden kadının düşüncesi de sakattır.

(Kadın) İhtiyacı olmadığı halde ve Allah rızasını kazanmak gibi ulvi bir düşüncesi olmadığı halde sırf kariyer, ego ve lüks yaşantı için çalışıyorsa dindarlığı da aile hayatı da zedeleniyor ve etrafındakileri zedeliyor demektir.

Zaten çoktandır mühim meseleleri masal kategorisinde dinliyoruz.

.. Ayağıma taş bağlayıp göz yaşına atlamak istiyorum.

Ne evde hiçleştirilen geleneksel kadın, ne de obje haline getirilen batılı kadınız. Bir üçüncü yolu sunan Hz. Fatıma'nın aksiyoner ve üretken mirasının peşine düştük. Kadının çocuğunu eğitmek zorunda olduğu ve evini korumaya mecbur olduğu fikrine katıldık. Ama bunun sanattan edebiyattan ilim tahsilinden ayrı olabileceğini düşünenlerden de ışık hızıyla ayrıldık... Aşırı şekilde süslenerek topluma karışan örtülü veya örtüsüz kadından uzağız.

Dini sadece kendimize indirgeyerek ve sosyal boyutunu tıraşlayarak "bireysel" yada "butik" davranışları kabulleniyor ve "biz" kaygısından "ben"e pupa yelken ilerliyoruz.

Oturduğun yerde "vicdan yapmak" ne işe yarıyor ki...

Dişiliği ön plana çıkarıp kişiliği yok saymak eski bir cahiliye geleneğidir.


Ayşegül Genç, ülkemizde uzun yıllardır tartışması yapılan, herkesin bir tarafından tutup çekiştirdiği başörtüsü konusunu ana eksene almış  (şöyle zulüm gördük, böyle sıkıntı çektikten ibaret bir kitap değil, onu belirtmek isterim).
Dar bir perspektif düşünülmesin başörtüsü dediğim için; yazar hiç çekinmemiş, hem nalına hem mıhına hesabı, yeri geldiğinde gidişattaki hal ve hareketleri inceden inceden dokundurmuş hem başörtülülere hem de onlara (hem olumlu hem olumsuz anlamda) bazı sıfat ve beklentileri yükleyenlere.

İlginç konular da var içerikte, mesela; 
marka pazarlamak için reklamlarda çocukların kullanılıyor olması, 
sosyal medyada ulu orta her şeyin fotoğrafının paylaşılıyor olmasının arkasındaki haleti ruhiye,
çocuk esirgeme yurtlarına ziyaret için gitmeden çok çok önce insanın psikolojik olarak buna hazırlanması gerektiği (bu bölüm beni gerçekten derinden etkiledi, çok haklıydı yazdıklarında), 
başörtülü bayanların giyim kuşamlarının günümüzde ne hallerde olduğu ve tesettür modası diye bir şeyin ne mantığı olduğu gibi...

Aslında özetle şunu söyleyebilirim; içimden geçen pek çok şeyin yazıya aktarılmış halini okudum ben bu kitapta. Zaman zaman kendi başımdan geçenleri, hissettiğim çaresizlikleri samimi bir arkadaşımla sohbet ortamında konuşuyor gibi hissettim. Sayısını bilemeyeceğim kadar çok kitap varken evrende, tekrar tekrar okuyabilirim dediğim ender kitap vardır hayatımda. Ve bu kitap da artık onlardan bir benim için, bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.

Kitabı bitirdiğimde vardığım kanı; yazarın hissiyatlı, insancıl ve bir müslümana yakışacak hal ve hareketleri mümkün olduğunca tatbik etmeye çalışan bir bayan olduğu.

Severek okudum, gönül rahatlığı ile de -naçizane- tavsiye ederim.

5 Aralık 2014 Cuma

10 BLOGGER TEK HİKAYE #SIRA BENDE;) 7. BÖLÜM)

Bahsetmiştim, 10 blog yazarı, her biri bir bölüm olmak üzere bir hikaye yazıyoruz.
Ve 7. bölüm bende;)
Biraz riskli bir iş yaptım aslında, işi çok farklı bir yere çevirdim:) İyi mi oldu, kötü mü, bilemiyorum.
Yol çatallaştı şu an iyice:)

1. bölüm müptezel
3. bölüm Dilek Eren
4. bölüm Mor Rimel
5. bölüm Sevdicann


------------

İsminin yüksek perdeden zikredildiğini duyunca bir an irkildi.
"Deryaaa! Beni duymuyor musun?"

Annesinin bir kaç kez seslendiğini ama onu duymadığını anladı hemen. Kulaklıklarını çıkarıp "duymadım anne" dedi "kusura bakma. Kitap dinliyordum".
"Sen kusura bakma kuzum, bir an benim de aklıma gelmedi kitap dinleyebileceğin. Olsun. Etrafı şöyle bir toparladım, dedim biraz dinleneyim... Hem çay da demledim mis gibi, içer misin diye soracaktım, ondan seslenmiştim".
"Sen demlersin de içmez miyim anneciğim? Ellerine sağlık... İş de yaptın, yoruldun iyice... Benim de faydam olmuyor ki sana hiç".
"Derya, sağlık olsun kuzum, senin canın  sağ olsun. İş dediğin nedir ki! Sağlığımız yerinde olsun, yavaş yavaş hallederiz hepsini. Ben çayları koyup geleyim".

Annesinin terlik seslerinden anladı uzaklaştığını. "Çaydanlıktaki su da fazla kaynamış, hatta taşıyor" diye geçti içinden. Sonra mutfaktaki dolabın kapakları açıldı, iki cam tabak çıkardı ve mermer tezgaha koydu annesi. Muhtemelen çayın yanına atıştırmalık bir şeyler koyacaktı. Kraker yada bisküvi ambalajının olmalıydı bu hışırtılı sesler. Şimdi kokusundan tahmin ederdi ne olduğunu. Ve evet, annesi holdeki kilime ayaklarını sürüye sürüye geliyordu şimdi. Çayın yanında da susamlı çubuk vardı. Susamın kokusu uzaktan hoş gelirdi. Gerçi yakından da hoştu. Severdi susamlı şeyleri.
"Sehpayı da koyayım yavrum önüne, rahatça ye" dedi annesi ve üçlü sehpa takımına yöneldi. En küçük olanı çekti, çekti ama yerinden bir türlü çıkmıyordu. "Halının köşesine takıldı anne yine" dedi Derya oturduğu yerden. "Hay Allah, hep de böyle oluyor ve ben her seferinde unutuyorum halıyı diğer tarafa çekmeyi" diyerek yanıtladı annesi.
Sehpanın üzerine çayı ve tabakları yerleştirdi.
Derya hep saplı kupadan içerdi çayı. İnce belli bardaktan içmeyi severdi aslında eskiden. Ama ince belli bardakta, bardağın en üst kısmında çay olmayan ve ısınmamış kısmı bulup tutmaya çalışırken eli yandığı için bir kaç kez, kupayla içmeye karar vermişti. Hem sapını kavrayıp tutmak çok daha rahattı.
"Sevdiklerimden koymuşsun anne yine, susamlı krakerler" deyip gülümsedi.
"Koyarım tabi yavrum, afiyet ol..." derken sözü yarım kaldı annesinin, kapı zili çalıyordu.
Hemen kapıya yöneldi annesi ve evin içini neşeli alt komşunun sesi doldurdu.
 "Ayy Ayten Ablaaa, sorma başıma gelenleri!" diye kıkırdıyordu alt komşu Vildan. "Gel, buyur" denmesini beklemeden bir çırpıda ayakkabılarını çıkardı, duvarın dibindeki terliklerden geçiriverdi ayağına. Dış kapının açılıp kapanmasıyla, dışarıda havanın soğuk olduğunu anladı Derya. Yanaklarına buz gibi elleriyle dokunup "nasılsın Deryacığım?" diyen Vildan da bu hissiyatının doğru olduğunun somut kanıtıydı.
"Ayy ne güzel oturmuşsunuz baş başa, böldüm ben de bak şimdi" diyordu bir yandan. "Başınızı şişirmeye geldim!" deyip bir kahkaha koyuverdi. Deli doluydu ama iyi kadındı Vildan, severlerdi. Ayten'i anne, Derya'yı kardeşi gibi bilir, başına en ufak bir şey gelse hemen onlarla paylaşmaya gelirdi. Tek kusuru çok ve yüksek sesle konuşmasıydı. Ayten Hanım idare ederdi ama Derya'nın tantanadan hoşlanmadığını bildiğinden, hal hatır sorma faslı bitince, uygun bir ortam hazırlayıp Vildan'ı başka bir odaya alırdı. Yada mutfağa. Veya balkona. Mevsim ve ortam neye müsaitse...
Hoş beş ettikten sonra Ayten Hanım "Vildancığım, benim de mutfakta işim var. Gel biz içeri geçelim. Hem ben işimi yaparım, bir yandan da seni dinlerim. Deryacığım da zaten kitap dinliyordu, o da kaldığı yerden devam etsin. Ne dersin?"
"Olur ablam olur. Sen nasıl istersen uyarım ben" deyip Derya'nın yanağına okşayarak mutfağa geçti lakırdılarına ara vermeden. Ayten Hanım Derya'nın kapısını kapatırken "keyfine bak canım sen, sıkılırsan yanımıza gelirsin, emi?" demeyi ihmal etmedi.

Derya odada yalnızdı. Annesinin sesiyle kitabı dinlemeyi bıraktığında en heyecanlı yerinde kaldığını anımsadı. Bu kitap, Görme Engelliler Kütüphanesi'nde gönüllü vatandaşlar tarafından seslendirilen kitaplardan biriydi, bir hafta önce almıştı. Seslendiren kişinin muhtemelen ilk deneyimiydi, zira Barış ve Sevgi hastanedeyken Sevgi'nin telefonu çalmıştı. O noktada muhtemelen fazladan sayfa çevirmiş ve bir anda Barış'ın hikayesi anlatılmaya başlanmıştı. Belki hikayenin kurgusu öyleydi, Savaş'ın gözünden olayların anlatılması başka bir bölümdü ama seslendirmede böyle bir not kaydedilmemişti. "Neyse, bu durum da hikayeye ayrı bir hava kattı" diye geçirdi içinden. "İlginç bir kitap almışım ama. Hem bizim gibi görme engelliler için çok fazla kitap alternatifi de yok ki..." Barış, Savaş ve Sevgi. Her biri hikaye kahramanı olsa da, isimlerinin anlamları, başlarından geçenler, hepsi insanoğlunun başına gelecek şeylerdi. Dünyada sevgi hakim olsa, barış zaten beraberinde gelecekti. Savaşlara yer olmayacaktı. Aslında savaşanlar da "sevgi"nin olduğu yerler barındırıyorlardı içlerinde. Yada her savaşın içinde aslında barış ve sevgi de vardı. "Offf " diye düşündü bir an, "çok soyut şeylere daldım... Kelimeler, anlamları, her iyinin içinde bir kötülük, her kötünün içinde bir iyilik mevzusu çok derin işler. Peki ya benim hayatım? Herkes için sıradan olan şeyler benim için ne kadar ilginç. Yada başkaları için oldukça ilginç olan şeyler, benim için nasıl da bir hayat gerçeği? Görmek. Gözle görmek. Fiziksel olarak yani. Bir de başka bir görmek var. O da hissetmek. Benim fiziksel olarak görmediğim ama hissettiğim gibi. Algıladıklarım gibi. Çaydanlığın taşması, cam tabakların mermer tezgaha konması, sehpanın halıya takılması, susamlı krakerin kokusu... Gündelik hayatta bunlar gözleri gören insanlar için pek de fark edilen şeyler değil belki, hatta dikkatlerini bile çekmiyordur. Peki ya gözleri görenler için olağan şeyler? Evlilik mesela. Yada ayrılık, boşanma, aldatma, aldatılma... Benim başıma gelenlerin, bu kitaptakilerle bir benzerliği var mı?"