3 Temmuz 2020 Cuma

BULAŞIK SÜNGERİ YERİNE KABAK LİFİ

Çoooooook uzun zamandan beri paylaşmak isteyip, bir türlü yazma fırsatı bulamadığım konulardan biri bulaşık süngeri yerine kabak lifi kullanma deneyimim. Sanırım 2 yılı falan var:)

Artık mümkün oldukça plastik olan, kullanılıp sonrasında atık olan, çöp depolama sahalarına ulaşsa dahi toprağa gömülerek bir müddet sonra doğal döngüye dahil olan ürünleri (en yaygın hali ile plastikleri) kullanmaktan imtina ediyorum.

Her eve giren bulaşık süngerleri de buna dahil.

Bulaşık süngeri bir plastik türü olan poliüretandan ve selülozdan üretiliyor(muş). Hali hazırda ambalajlı bir ürün olduğu için en dıştaki şeffaf poşet de zaten atık olarak karşımıza çıkıyor. Bir müddet mutfakta kullanıldıktan sonra sünger de atık oluyor.

Günlerden bir gün, kabak lifinin bulaşık süngeri yerine kullanılabildiğini okuduğumda dünyam resmen aydınlandı. :))
Kabak lifini duymuşluğum vardı; daha çok banyoda kese amaçlı kullanıldığını biliyordum.

Kabak lifi ülkemizde de yetişen, ılıman iklimi seven bir bitki. Aktarların giriş kısımlarında görmüşsünüzdür illa ki. Uzunca bir şey. Tel kadayıf gibi bir yapısı var. :)

Kabak Lifi Nasıl Kullanılır?
Bu kabak lifi arkadaştan yaklaşık 10 cm kalınlığında bir parça kesiyorum. Çukur bir kaba kabak lifini koyuyorum. Üzerini geçecek kadar kaynar su ekleyip, kabın ağzını kapatıyorum ve 1 gece bekletiyorum (biraz uzunca bekletmek anlamında yani). Suyun içinde bekleyince, bir miktar yumuşuyor ve hacmi biraz daha artıyor.



İlk kullanımlarda yapısı biraz sert oluyor. Fakat kullandıkça yumuşuyor ve ince belli çay bardaklarının içine dahi rahatlıkla giriyor. Ama ilk kullanımlarda rahatlıkla girmiyor. İnce yapılı bulaşıklarda kullanmak için daha küçük ebatlı kesim yaparak onu kullanabilirsiniz.

Kabak Lifi Kirleri Kolay Çıkarıyor Mu?
Alışkanlık benimki, ben bulaşığı kuru kuru bekletmem mümkün mertebe. Ya hemen temizleyip bulaşık makinesine yerleştiririm yada buna imkan yoksa bulaşığın içine su doldururum ki kirler kuruyup sonrasında beni ifrit etmesin. Bu sebeple kir çıkarma anlamında ben sorun yaşamıyorum.

Fırın tepsisi gibi daha uğraştırıcı bulaşıklarda bulaşık teli kullandığım oluyor. Kirin kolay çıkması için ıslatılmış tepsiye karbonat ekleyip ve onun üstüne limon sıkıp kirleri kızıştırmışlığım da vardır. :)

                                                     Üst kısmı kesilmiş bir kabak lifi

Kabak Lifi Sıfır Atık Bir Ürün Mü?
Aynen öyle. Uzunca bir müddet kullanabilme imkanı var. 10 cm uzunluğunda kestiğim bir kabak lifini yaklaşık iki ay kadar kullanabiliyorum. Kullandıkça yumuşuyor. Kendisiyle vedalaşma vakti geldiğinde "kirli" işlerimi gördüğü için helalleşip:) çöpe atıyorum. Doğal bir ürün olduğu için doğaya karışmasında bir mahsur yok.

Kullanırken Dikkat Edilmesi Gereken Bir Durum Var Mı?
Islak kalan her üründe bakteri oluşma ihtimali olduğu için, hava alması bakımından kurumasına imkan verecek şekilde asılabilirse güzel olur.


Durumlar böyle. Bu paylaşımla birlikte plastiksiz temmuz ayına minik bir katkım olsun isterim. :)

10 Haziran 2020 Çarşamba

AĞAÇTA SALLANMAK

5 yıla yakın zamandır kanaviçe işliyorum.
Muhtelif zamanlarda... Pek bir düzeni olmuyor.
Bazen feci şekilde dadanıyorum, elimden düşmüyor.
Yemeyi içmeyi erteleyebilecek kadar konsantre çalışabiliyorum.
Bu trans hali :) bir kaç gün yada hafta devam edebiliyor.
Sonrasında bir ara veriyorum ki... Sormayın gitsin.
Aslında zorunlu bir ara bu. Günlerin yoğun geçmesinden, önceliklerin değişmesinden (istemli yada istemsiz).

Evde kal günlerinde epeyce kanaviçe yapma fırsatım oldu.
Bir süre işe gitmedim, malum.
Eşimin de evde olduğu günlerde elim daha serbestti tabi.
Minikoyla ilgilenecek ikinci bir kişinin olması, epeyce vakit bulma imkanı sağladı bana. :)

Etamin kolye ucu, çeşitli ebatlarda etamin pano gibi epey bir işleme yaptım.
Peyderpey paylaşacağım inşallah.
Hatta kanaviçe ve daha farklı ürünlerin de yer aldığı, sopsy online satış platformunda açmış olduğum  online bir satış dükkanım var artık. Dükkanı açma seviyesine gelinceye kadar ki süreç ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor bence. :)

Evde kaldığım günlerde işlediğim panolardan birini paylaşmak istedim bu yazıda.
İşlerken de büyük keyif verdi bana, bakması ayrı mutluluk vesilesi oldu.


Renklerle ilgilenmek, öyle mi olsa böyle mi yapsam demek beni oldukça sakinleştiriyor.
Aslında fena sayılmayacak sayıda rengim var, ama yeni bir model işlemeye başlarken renkleri seçeyim derken her defasında "aslında daha fazla renge ihtiyacım var sanki" diye içimden geçmiyor desem yalan olur. :)


Dışarı çıkma imkanımızın kısıtlandığı günlerde neşeli, çoluklu çocuklu ve doğayı anımsatacak modeller işlemek iyi oldu.
Fuşya rengi bir çerçeveye de yerleştirince -bence- güzel oldu.
Siz ne dersiniz? :)


Önceden yapmış olduğum kanaviçe işlemeleriyle ilgili yazılarıma buradan ulaşabilirsiniz.





9 Haziran 2020 Salı

ÖRGÜ MOTİFLERDEN ÇANTA

Şahsına münhasır çantaları seviyorum. 
Bez, hasır, keten, örgü,... Hepsinin başımın üstünde yeri var. 
Gelin görün ki bende fikir var ama dikiş yada örgü bilgisi pek yok. :) Fakat sağ olsun annemin oldukça yardımı oluyor. Aklımdaki fikri anlatıyorum. Annem örgü yada dikiş kısmını hallediyor. Ben daha çok süs püs kısmında katkı sağlıyorum. :) Bu çanta da anne kız ortak çalışması ile ortaya çıktı.


Hanım dilendi bey beğendi motifinin ismini duymadıysanız dahi o modelle yapılan bir eşyaya illi ki denk gelmişsinizdir. Atkı, battaniye, şal, hırka, çanta, bardak altlığı, cüzdan gibi bir çok yerde kullanım imkanı var.

Motifleri ikinci el satış yapan bir uygulamadan satın aldım. Bir hanım keyfine örmüş, değerlendirmek üzere isteyen alabilsen diye de satışa koymuş. Motifleri yapılmış olarak satın alarak örgü kısmının birinci seviyesinin halletmiş oldum. :) Ama motiflerin birleştirilip çanta şeklinin verilmesi gerekiyordu tabi, o işi de annem üstlendi. Araları birleştirmek için gerekli olan ipleri de motifleri yapan hanımdan aldım ki ip farklılığı olmasın.



Toplam 27 motiften oluşuyor çanta. Ön ve arka yüzlerde dokuzar tane motif kullandık. 3 tane taban kısmına, üçer tane de yan kısımlarına yerleştirdik. Çantanın daha tok ve dik durması için evde bulunan koyu gri renkli yün kumaştan iç astar dikip çantanın içine yerleştirdik. Yine aynı kumaştan sapları hazırladık.


Yün ipi büküp burgu haline getirdik ve iki ucundan astara diktik. Turkuaz rengi yün keçe topu da ağız kısmına yakın bir yere diktik ve burgu ipi keçe topa geçirerek çantanın ağzını kapatma meselesini halletmiş olduk.

Olur da kışın gezmelere tozmalara gidebilecek seviyeye erişebilirsek, kullanacağım inşallah.
Gezmelere gitmesek de işe giderken kullanırım:)

Çanta fikri aklıma Nilgün Hanım'ın sitesinde paylaştığı çantasını görünce aklıma düşmüştü. Baktıkça insanın içini açan bir sitesi var, incelemenizi öneririm;)

Instagramda daha sık paylaşım yapabiliyorum, oradan da takip edebilirsiniz.@birdunyafikir olarak bulabilirsiniz.


23 Mart 2020 Pazartesi

EV YAPIMI COCONUT

Pek çoğumuzun hayatında geçirdiği zor zamanlardan birindeyiz. Neler olduğunu ve olacağını anlamaya çalışıyoruz. Bu da geçer ya Hu! dediğimiz günler... İnşallah en az kayıpla ve en kısa sürede atlarız bu dönemi. Allah hepimizin yardımcısı olsun.

Evde geçirdiğimiz uzun zaman diliminde, ev yapımı bir şeyler tüketmek psikolojik olarak iyi geliyor bana. Küçük de olsa bir şeyler üretebilmeye çalışıyorum. Hayatı normal seyrine yaklaştırabilme çabası sanırım içimdeki bu arzu.

Daha önce bir kaç kez denediğim ev yapamı coconut tarifini tekrar denedim dün. Ben tarifi severek takip ettiğim özgeninoltası 'nda görüp öyle denemiştim. Bir kaç kez tarifi denedim aslında ama dün istediğime en yakın kıvamı tutturabildim. Çok az malzemeye ihtiyaç duyulması, hazırlama ve pişme süresinin oldukça kısa olması sebebiyle sevdiğim bir tarif. Hindistan cevizinin de alzheimer rahatsızlığına karşı koruyucu olduğunu okuduğum için, tarifi daha da seviyorum.


 Malzemeler:

- 1 yumurtanın akı (Yumurta küçükse tek yumurta biraz az kalıyor bence ama hiç iki yumurta akı da kullanmadım açıkçası. Nihayetinde pişiyor)
- 1 su bardağı hindistan cevizi
- 3 tatlı kaşığı un
- 6 tatlı kaşığı pudra şekeri (Okuduğum tarifte ölçü 7 kaşıktı, ama biz çok şekerli tüketmek istemediğimiz için 6 kaşık kullanıyorum)

Hazırlanışı:

- Yumurtanın akını mikser yardımıyla bembeyaz ve şeffaf bir köpük halini alıncaya kadar çırpıyoruz.
-  Bunun üzerine diğer malzemeleri ekliyoruz ve kaşık yardımıyla karıştırıyoruz. Tamı tamına birbirini tutan bir kıvamda olmadıysa, elimle de yoğuruyorum. Çok fazla sıkıştırmadan, minik coconut topları hazırlıyorum. Yaklaşık 10-12 tane minik top elde edebiliyorum.
- Fırın tepsisinin dibini çok az zeytinyağı ile yağlıyorum ki toplar tepsiye yapışmasınlar (Yağlı kağıdın sağlıklı olmadığını okuduğum için artık kullanmıyorum, tepsiyi yağlıyorum).
- 180 derecede ısıtmış olduğum fırında 7-8 dakika kadar pişiriyorum. Pişirme dediğim, topların altı kızarıncaya kadar... Üstleri de pişsin diye bekleyince yanıyorlar;)

Sağlıklı, afiyetli ama azıcık kalorili bir atıştırmalık.
Kahve ile şahane oluyor...

19 Mart 2020 Perşembe

DEZENFEKTANA EL Mİ DAYANIR? Ev Yapımı Dezenfektan Tarifi

Tüm dünya gözle görülmeyen bir düşmanın esiri olmuş durumda.
Sağlıklı kalabilmek adına önerilen tedbirleri kimimiz az, kimimiz çok uygulamaya çalışıyor.
El-yüz yıkamanın ve bilhassa elleri dezenfekte etmenin önemini de çokça duyduk.
Yaklaşık 1 haftadır su, sabun, kolonya, dezenfektan dörtlemesiyle hemhal olan cilt, bazılarımızda kurumaya, kızarmaya yada kaşınmaya başladı.
Artık kabul ettik ki bu özen hali uzun süre devam edecek.
Hal böyle olunca, aylarca ve sıklıkla kimyasal forma sahip dezenfektan kullanmak da farklı sıkıntılara sebep olabiliyor (sağlık sektöründe çalışanlardan da duymuşluğumuz vardır belki).
İşin diğer bir yanı, temizlediğimizi düşündüğümüz alandaki (gerek insan vücudu, gerek ortam) faydalı mikroorganizmaları da kimyasala maruz bırakarak, aslında gözümüzle görmediğimiz ama yaşamın temelini oluşturan mikrobiyolojik döngüyü de farkında olmadan baltalıyor  olmamız.


Herkes araştırıyor, kendince doğru bulduğunu ve yapınca huzurlu hissettiği uygulamaları hayatında devam ettiriyor.
An itibari ile işe geliyorum. Ama haftaya senelik izin kullanacağım.
Dış ortamla ilişkisi devam eden biri olarak ellerimi sıklıkla yıkıyor, arada kolonya sürüyor ve çokça evde hazırladığım doğal dezenfektanı elime ve çevreme fısfıslıyorum.

Ev yapımı doğal dezenfektan tarifi şu şekilde (internetten bularak uyarladım zaten ben de):

- İçme suyunu kaynattım, sonrasında soğumaya bıraktım.
- Soğuyan suyun içine ev yapımı elma sirkesi, evde zaten bulunan çay ağacı yağı ve lavanta yağından ekledim. Miktar soracak olursanız, tamamen göz kararı olduğunu söyleyebilirim.
- Mahalledeki bir milyoncunun çok daha ötesinde bir ürün yelpazesine sahip yerden aldığım fısfısla da hem elime, hem çevreme muhtelif aralıklarla fıslamaya devam ediyorum. :)

Her kafadan sesin çıktığı zamanlarda psikolojiyi sağlam tutabilmek önemli.
Zorlu bir süreç olacak, bu belli.
Ama sağduyu, sakinlik, mevzulara sadece hisle değil akılla da yaklaşmaya en çok ihtiyaç olan zamanlar.
Dediğim gibi, psikoloji önemli.
Ve ben fısfısımdan çıkan damlacıklarla ortama yayılan lavanta kokusundan mutlu oluyorum, iyi geliyor.
İçerik oranları elbette laboratuvarlarda hazırlanan karışımlar gibi milimetrik değil.
Bunu göz önünde bulundurarak, sıklıkla el yıkamayı ve kolonya kullanmayı da göz ardı etmiyorum.
İnsan, kendini mutlu eden şeyleri yaptıkça daha iyi hisseder, buna inanıyorum.
Hepimize sağlık ve kolaylıklar diliyorum.
Tedbir ve tevekkül kuldan, takdir Allah'tan.
Ya Şafi (Şifa veren) ismini bolca zihinde, dilde ve gönülde bulundurmak temennisiyle...

27 Şubat 2020 Perşembe

BLOGGER DERGİSİNDE YAYINLAN(A)MAYAN YAZIM :)

Sanırım 5-6 sene kadar evveldi, blog yazarlarının oldukça aktif olduğu dönemler... Henüz Instagram yoktu belki de yada bu kadar yaygın değildi. Bu sebeple blog "okumaya" talep bugünkü seviyelerden çok daha yukarıdaydı. Blog yazarlarından gönüllü olanların yazılarıyla dijital bir dergi olarak hazırlanan ve benim bildiğim tek sayıdan ibaret bir blogger dergisi hazırlanmıştı. Bu dijital dergide yayınlanması için ben de aşağıdaki yazıyı hazırlamıştım. Konu tüketim bilinciyle alakalıydı. Yazımın yayınlanacağı belirtilse de bana, dijital derginin hazırlanabilmesi için gereken malî desteğin sponsorlar aracılığıyla (alışverişi arzusunu tetikler şekilde) sağlanması nedeniyle olsa gerek, benim yazı ana fikre ters düştü ve yayınlanmadı. Çok da sorun değil:)

Az önce yazının kontrol panelinde taslak yazılar arasında kaldığını görünce yayınlama isteği uyandı içimde.
Yazılış tarihi 2014 civarları olmalı. O günden bugüne tüketim anlamında kısmen farkındalık oluştu insanlarda. Ama alışveriş yapmak, indirim sözcüğünü görmek halen çeldirici bir olgu:)

Geçen 6 yılda değişen neler var, yorumu size bırakmak isterim. ;) Yazıyı aşağıda paylaşıyorum.

-------
SİYAH BOT ALMAK NİYETİYLE ALIŞVERİŞE GİDİP, 
DEGAJE YAKA PEMBE BLUZLA DÖNMEK

Örnek belki abartılı geldi size, belki de "evet, benzer şeyler oluyor bende de bazen" diye düşündünüz.
Tercih edilen nesneler değişse bile pek çoğumuz hayatında en az bir kez bu durumla karşılaşmıştır diye tahmin ediyorum: ihtiyacı olanı almak yerine gündeminde hiç olmayan bir ürünü almış halde eve dönmek...

Alışveriş kavramını ikiye ayırarak inceliyorum zihnimde.
İlki; ihtiyaçtan kaynaklanan alışveriş
İkincisi; keyif almak, kafa dağıtmak için yapılan alışveriş


Evinizi bir düşünün. Elbise dolabınızı mesela. Hiç giymediğiniz ya da bir kaç kez giyip kaldırdığınız kaç kıyafetiniz var?

Ayakkabılar yahut... Kaç tane "her kıyafete uyan" krem rengi babetiniz var? Ya da siyah renkli kaç çizmeniz?
Mutfağa geçelim mi şimdi. Çekin çekmeceyi, evet evet, elinizi korkak alıştırmayın, çekin. Butik pastacılık kursuna gitmemenize rağmen ne çok kabartma tozunuz, vanilyanız var değil mi? Ya da bir kıtlık hali olsa bir kaç hafta sizi idare edebilecek kadar makarnanız?
Ardiye olarak kullandığınız alana hiç uğramayalım, siz durumu benden iyi biliyorsunuzdur çünkü:)

Öncelikle iyi haberi (!) vereyim, yalnız değilsiniz. Milyonlar sizinle!
Kötü haber: alışveriş esnasında kontrolü bazen elden bırakıyorsunuz;)

Peki neden böyle oluyor?

İnsan ihtiyacı olmayan ya da ihtiyaç fazlası olan şeyi neden eve alıp getiriyor?




İlla ki duymuşsunuzdur. Müşterilerin alışveriş potansiyelini artırmak için satıcıların izlediği bir yöntem var; algı yönetimi.
Şimdi bir düşünelim.
Alışveriş esnasında şu cümlelerden hangileri geçiyor içinizden?

- Yüzde şu kadar indirim varmış... Hadi, bi' bakalım!
- Aaayyy ne sevimli... Renkleri ne güzel!
- Kredi kartına şu kadar taksit varmış!
- Burası ne hoş kokuyor!
- Zaten indirimde. İlla ki bir şeyle takım yapıp kullanırım.

Tanıdık geldi, değil mi?

Bunları düşünmek çok normal. Çünkü böyle hissetmemiz için pazarlama sektörü sağ olsun durmadan çalışıyor. Satış oranlarını artırabilmek için, ürünü beş duyu organımıza hitap edecek şekilde tasarlamaya özen gösteriyorlar. Paketi, içindeki eşyadan güzel olan ürünler vardır, farketmişsinizdir değil mi? Ya da şunu söyleyeyim, burnu milyonlarca dolara sigortalattırılan ve markalarla özdeşleşen kokular hazırlayan koku uzmanları var! Marka ismi zikretmek istemiyorum, alışveriş merkezine gittiğinizde, o mağazadan alınacak bir ihtiyacınız olmamasına rağmen, içerideki hoş koku sebebiyle şöyle bir turladığımız markalar yok mu? ;)

Market alışverişinden dem vuralım biraz. Raflardan alıp alışveriş arabasına attığınız ürünler gözünüze fazla gelmezken, kasaya gelip banda yerleştirdiğinizde neden daha fazlaymış gibi geliyor size? Alışveriş sepeti ebadının, aldıklarınızın içinde az görünmesini sağlayacak şekilde tasarlanmasında mı böyle oluyor acaba? ;)

Yeni öğrendiğim bir satışta algı yönetimi şeklini daha paylaşayım; insanlar genellikle sağ taraflarına yönelme eğilimde olurlarmış. Bu sebeple, mağazalarda öncelikli olarak satılması hedeflenen ürünler, mağazaya ilk girişte sağ tarafta kalacak şekilde konumlandırılıyormuş. Ben de bu yazıyı hazırlarken öğrendim, buna bir dikkat edip incelemem lazım;)

Hal böyle, imtihan çetin.
Ürünlerin hepsi güzel, mağazalar şıkır şıkır.
Buna mukabil bütçe, elbise ve mutfak dolapları ile evdeki kullanım alanı sınırlı.

Peki dengeyi nasıl kurmak gerek?

1. Sanırım en sık duyduğunuz çözüm önerisidir ihtiyaç listesi hazırlamak. Çok önemsenmez genelde ama en temel noktalardan biri bu.

2. "İndirim" kelimesine hemen aldanmamak. Kimse hayrına satış yapmıyor. Bir ürün indirimli hali ile bile satıcısına kâr bırakıyorsa, o ürün gerçekten o fiyata değer mi, tekrar düşünmekte fayda var. Evde iki kırmızı bluzunuz varken, çok alımlı ve hoş olmasına rağmen bir üçüncüye ihtiyacınız var mı? Ya da üç paket daha makarna alınca, kilerde kaç paket makarnanız olacak? İndirim, sihirli bir kelime gibi. Haberlerden hatırlarsınız, indirim olacağı için mağaza önünden akşamdan beklemeye başlayıp, sıraya giren insanlar var...


3. Karnınız açken, yorgunken ve pek keyfiniz yokken alışveriş yapmaktan kaçınmak yerinde olacaktır. Mantıklı karar alabilme yetisi bu zaman dilimlerinde daha düşük olur.

4. Mağazanın ve ürünlerin beş duyu algınıza yönelik tasarlandığını göz ardı etmeyin. Birbiriyle görsel ve işlevsel olarak uyum halinde olan mağaza dizaynıyla, evinizdeki yerleşim birbirinden farklı olabilir. Toz pembe, yumuşak hatlı koltuk minderi, taşlı avizelerin ve ağır koltukların olduğu salonda çok eğreti durabilir.

5. Taksit sayısı, ödeme erteleme gibi alternatifleri mantık çerçevesinde değerlendirmeye çalışmak, o ürüne olan ilginin ihtiyaçtan mı yoksa normal halinden daha cazip koşullarda satıldığı için mi kaynaklandığını iyi irdelemek gerek. Kredi kartı limiti ve ödeme kolaylıklarındaki alternatifler değil, gelir ve ihtiyaçlar çerçevesinde alışverişe odaklanmaya çalışılmak ideal olanı...

6. Alınacak üründen beklentinin net olarak belirlenmesi de oldukça önemli. Özellikle elektronik eşyalarda bu kavram önem arz ediyor. Misal; cep telefonları. Esas hedef konuşmak, mesajlaşmak, internete girmek ve bazı uygulamaları indirmekken, niçin "en çok satan modeller" "en son çıkan modeller"den oluşuyor? Her en son çıkanı kullanmaya çalışmak, tatminsizlik belirtisi mi?

Alışveriş yaparken etrafı incelemek, yeni şeyler denemek, kafa dağıtmak, kendine ilgi göstermek gibi sebepler insana mutluluk veriyor.
Ama daha sonra "ben bunu neden aldım ki?" ya da "niye bu kadar fazla almışım ki?" hissi rahatsızlık yaratıyor.
Alışverişlerinizden pişmanlık değil, hep mutluluk duymanız temennisiyle;)

* Yazı hazırlanırken http://www.aep.gov.tr/wp-content/uploads/2012/10/03_04_aile-ve-alisveris.pdf adresinden faydalanılmıştır.

20 Şubat 2020 Perşembe

5 ÇOCUK 5 İSTANBUL


Bazı kitaplar çocuk kitabı sınıfına girse bile yetişkinlere de hitap ediyor. 5 Çocuk 5 İstanbul kitabı da bence bu grupta değerlendirilebilecek güzel bir yazın. Betül Sayın tarafından kaleme alınan ve resimlenen eser Günışığı Kitaplığı tarafından yayınlanmış. Kitap, Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu (IBBY) tarafından 2006 yılı illüstrasyon (çizim) dalında onur listesinde yer almış.

* * *
5 Çocuk 5 İstanbul kitabında İstanbul’un tarih içindeki 5 farklı döneminde yaşayan 5 çocuğun kısa hikâyeleri yer alıyor. Her hikâyede yer alan nesne, bir sonraki hikâyenin kahramanı olan çocuğun gündelik hayatında kullandığı bir eşya. Hikâyeler arasındaki geçiş ve devamlılık bu şekilde çok güzel sağlanmış.

İlk hikâye günümüzün büyük kenti İstanbul’da yüksek bir apartman katında yaşayan turuncu saçlı Mert’in hikâyesi. Okuldaki tiyatro gösterisine yetişmenin tatlı telaşını yaşayan tavşan kostümlü Mert, gösterisini tamamladıktan sonra, rahatsızlanmış olan anneannesini ziyarete gidiyor. Anneanne İstanbul’un eski mahallelerinden birindeki ahşap bir evde yaşıyor. Mert’in bu evde en sevdiği şey, tavan arasındaki eski tahta sandık. Sandığın içinde türlü şey var. Bunların içinde Mert’in en çok ilgisini çeken şey ise, Hamdi Dedesinin çocukken taktığı kırmızı fes



İkinci hikâye 150 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da yaşayan kırmızı fesli Hamdi’nin hikâyesi. Hamdi sokakta macun yiyor, deniz kıyısındaki şenlikleri ve geminin direklerine bağlı iplerin üzerinde yürüyen hokkabazları hayranlıkla izliyor. Düğün alışverişi her dönemin gözdesi,  Hamdi’nin ablası için de düğün alışverişi amacıyla Kapalıçarşı’ya gidiliyor. Dükkânları gezerken Hamdi kuyumculardan birinin vitrininde çevresi mor taşlarla süslü çok güzel bir el aynası görüyor ve kuyumcuyla bu eski aynayı kimlerin kullandığını konuşurken hikâye noktalanıyor.

Üçüncü hikâye 1300 yıl önce Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’te yaşayan Mor Aynalı Helen’le ilgili. Annesini son salgın hastalıkta kaybeden Helen, küçük kardeşi ve babasıyla birlikte büyük bir konakta yaşıyor. Ve annesinden kalan mor taşlarla süslü el aynasını da elinden hiç düşürmüyor. Bir gün Helen, küçük kardeşi ve babası Hipodrom’da yapılan at yarışlarını izlemeye gidiyorlar. Mermerlerle kaplı kocaman alanda renkli anıtların, imparator heykellerinin arasından geçiyorlar. Hipodromu ikiye bölen Obelisk, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş sapasağlam ayakta… Hipodrom’dan çıktıktan sonra Konstantinopolis’in ana yolu ve Bizans Krallığı’nın protokol yolu olan Mese’de yürüyorlar. Bu esnada Helen dükkânlardan birinde üzerinde balık resimleri bulunan paralarla dolu mavi bir keseyi beğeniyor. Yaramaz kardeşinin keseyi çekiştirmesiyle paralar yere saçılıyor. Bu eski paralar kimlerin elinden geçmiştir diye kendi aralarında konuşurken hikâye sona eriyor.


Dördüncü hikâye 2300 yıl önce büyük liman kenti Bizantion’da yaşayan mavi para keseli Milya’ya ait. Milya ve dedesi sandalları ile denize açılıyor, İstanbul’un bereketli denizinden bol miktarda balık tutuyor. Mavi kese ve içindeki tunç paralar, dedesinin Milya’ya hediyesi… Diğer balıkçıların da katkısıyla limanda küfeler dolusu balık toplanıyor, akşam yemeğinde sofrada yine balık var. Milya’nın dedesi bol balık verdiği için tanrılarına şükranlarını sunmaları gerektiğini söylüyor. Ertesi gün meyve ve yemişlerle dolu bir sepet hazırlayarak büyük tapınağa gidiyorlar. Büyük tapınakta onlar gibi avlarının bereketli geçmesinden ötürü müteşekkir olan, sepetler dolusu yiyecekle gelen pek çok balıkçı bulunuyor. Sunum töreni bitikten sonra Milya oynamak için avluya çıkıyor. Koşarken ayağı bir şeye takılıyor ve düşüyor. Takılıp düştüğü şey, üzerinde belli belirsiz desenler olan, toprağın içindeki kırık bir çömlek parçası.  

Beşinci ve son hikâye, on binlerce yıl önce İstanbul çevresindeki bir mağarada yaşayan kemik tokalı kızın hikayesi. Kemik tokalı kız, mağarada yaşayanların en küçüğü. Annesinin becerikli elleriyle çamuru yoğurup çömlekler yapmasını izlemeyi çok seviyor. Annesi, çömleklerin üzerine yaşadıkları tepenin resimlerini çiziyor. Kemik tokalı kızın annesi becerikli, hayvan postundan yapılan elbiselerini o dikiyor. Sevimli kız bir gün çömlek yapmak amacı ile dere kenarından çamur bulmaya giden annesi ile yola koyuluyor. Dönüş yolunda mağaraya tırmanırken karşılarına birden kocaman bir ayı çıkıyor. Anne kız kaçmaya çalışırken, kemik tokalı kızın ayağı birden takılıyor ve aksilik bu ya, ayının hemen yakınına yuvarlanıyor. Annesi feryat figan! Mağaradakiler hemen dışarıya fırlıyor. Çakıl taşı ve sopalardan yaptıkları silahlarla ayıyı avlıyorlar. Haliyle akşam yemeğinde ziyafet çekiyorlar… Yorucu bir gün geçiren kemik tokalı kız, mağaranın en kuytu yerinde ateşin yanı başında, anneciğinin dizlerinde tatlı bir uykuya dalıyor. Rüyasında kendini deniz kıyısında görüyor,  karşısında aniden dört çocuk beliriyor: elinde mavi bir kese sallayan oğlan, mor taşlarla süslü parlak bir şeye bakan uzun saçlı kız, başında kımızı bir tas bulunan ilginç giysili bir oğlan ve tavşana benzeyen bir çocuk. Gülerek hepsi de kemik tokalı kıza el sallıyorlar…

Benim son zamanlarda okuduğum en tatlı kitaplardan biri 5 Çocuk 5 İstanbul. Okuyup bir kenara bırakılacak türden değil. Çocuğun yaşı ve bilgi seviyesi yada merakına göre epeyce yeni muhabbete yelken açmaya müsait. Hikâyeleri okudukça aklımda hep sohbet konuları oluştu:
Ø  İstanbul’un eski semtleri ne demektir, İstanbul’daki eski semtler nerelerdir, eski semtlerdeki evler nasıldır, Osmanlı Dönemi’nde nasıl eğlenceler düzenlenirdi, Kapalıçarşı’da neler satılırdı?

Ø  Bizans Dönemi’nde Hipodrom’da neler yapılırdı, hangi eserler vardı, eski esenlerin hepsi bugün meydanda görülebiliyor mu, o dönem henüz inşa edilmemiş ama bugün meydanda olan eserler neler olabilir, eserleri kimler inşa etmiştir?

Ø  Günümüz İstanbul’unda Bizantion’da olduğu kadar balık var mı, nesli azalan yada tükenen balıklar hangileri olabilir, balıklar neden azalıyor, balıkların azalmaması için neler yapılabilir, balık nasıl pişirilir, balıkçı teknesine ne denir, Roma Tanrıları hangileridir, mitoloji nedir, biz neye inanıyoruz, insanlar neden birden çok tanrıya inanmış olabilir, salgın hastalık nedir?

Ø  Hangi malzemelerden para yapılmıştır, ilk para ne zaman yapılmıştır, ilk parayı kim yapmıştır, para olmadan alışveriş yapılabilir mi, takasla alışveriş nedir, para olmasaydı sen neyi ne ile takas ederdin?

Ø  On binlerce yıl evvel mağarada yaşayan kemik tokalı kızın nasıl bir hayatı vardı, çamurdan neler yapılabilir, mağarada yaşayan insanların günlük eşyaları neler olabilir, çamurdan çömleğin üzerine nasıl resim çizilir, posttan nasıl elbise yapılır, ocak veya fırın yokken yemek nasıl pişirilir, rüyada ne görülür, neden rüya görülür, rüyalar ne kadar sürer?..
Kitap insanın gezgin tarafını da tetikliyor doğrusu. Çocuk ile birlikte Sultanahmet Meydanı’nı daha göz alıcı şekilde gezebilir insan... Yada daha önce ziyaret edilmediyse civardaki müzeler (Arkeoloji Müzesi, Mozaik Müzesi, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi) gezilebilir. Kemik tokalı hanım kızımızın yaşadığı, tarihi 400.000 yıl evvele kadar giden, günümüzde maalesef oldukça metruk ve bakımsız halde olup, kıymeti bilinmeyen mağaraları görmek için Küçükçekmece’deki Yarımburgaz Mağaralarına gidilebilir (içeriye girmek can güvenliği açısından iyi olur mu, bilemedim).

Kitaba dair keşke daha farklı olabilse dediğim tek nokta, günümüz İstanbul’unda yaşayan Mert’in hayatı oldu. Kalabalık bir şehirde yüksek bir apartman katında oturmak durumunda kalan bir çocuk… Bilmem, gün olup da bugünün insanları olan bizler ve hayatlarımız “geçmiş zaman” olunca, hayatımızı tanımlayan nesneler ve gündelik hayatımız nelerle temsil edilir acaba?