30 Mart 2016 Çarşamba

YILLARCA AYNI RÜYAYI GÖRMEK

Önceleri yalnızca kendimde olan bir şey zannediyordum.
Sonra bir arkadaşımla konuşurken, onda da aynı durumun olduğunu duydum.
Daha sonra annemin de aynı şeyi yaşadığını öğrendim bir sohbetimiz esnasında.
Rüyalardan bahsediyorum.
Yıllar boyunca aynı konuyu, aynı yeri, aynı kişi veya aynı olayı gördüğümüz rüyalardan...

Bahsettiğim kabus gibi, beni uykumdan uyandıran, huzursuz eden ve tıpa tıp aynı şekilde görülen rüyalar değil.
Bunlar zaten kabus olarak adlandırılıyor ve derin travmalar sonrasında görülüyor.
Ben daha masum rüyalardan bahsediyorum.
Konu aynı, ama zaman-mekan-kişiler farklılık gösteriyor.

Şöyle izah edeyim;
Ben 7 yıl boyunca (orta okul ve lise öğrenciliğimde) okula servisle gidip geldim.
Annem her sabah beni uyandırırdı.
Uykum hafiftir, genel olarak kolay kalkarım.
Ama bazı sabahlar pek de kalkasım gelmez, uyanıp yeniden uyurdum (klasik öğrencilik hali:)
Annem bir sefer gelir, kalkmam.
İkinci sefer gelir, kalkmam.
Üçüncü gelişinde "kalkmazsan sen bilirsin, okula otobüsle gider ve sanırım ikinci derse falan ancak yetişirsin. Bu durumda müdür yardımcısından da mazeret kağıdı almak için derdini anlatman gerekir!" diyerek kendi cephesinde olayı noktalardı.
Benim için bu tek taraflı iletimdeki anahtar kelimeler otobüs, müdür yardımcısı ve mazeret kağıdı idi.
Otobüs denen toplu taşıma harikası yarım saate bir gelir, şansım varsa ilk dersin sonuna doğru ancak yetişebilirdim.
Müdür yardımcısına gidip de "hay aksi, uyuyakaldım da gecikivermişim" demek pek hoşuma gitmezdi tabi.
Bu sebeple annem tüm cool tavrıyla bu cümleleri sarf edince ben de zıpkın gibi kalkardım yataktan. :)
Yıl oldu 2016, mezun olalı oldu 11 yıl. Ben hala okul servisini kaçırır, belediye otobüsünü yakalamak için koşturup dururum rüyalarımda:)

Arkadaşım mesela; liseyi bitireli onun da 11 yıl oldu,  lisede geçemediği bir ders olduğunu ve onun için sınava çağrıldığını görüyormuş rüyasında:) (üniversiteden de mezun tabi bu arada! :)

Sizin de var mı yıllardır gördüğünüz bir rüya?

28 Mart 2016 Pazartesi

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR

Hakkında ne hissettiğimden tam emin olmadığım bir kitap oldu Çavdar Tarlasında Çocuklar. Bir kaç tercüme kitapta rastladığım anlatım bozuklukları ve tercüme yanlışları, çeviri kitap okumaktan soğutmuştu aslında beni. Bu kitabı da bir arkadaşımın bebekli günlerde kafamı dağıtmam için sırf üşenmeden evimize kadar belki okurum diye getirmesi sebebi ile okumaya başladım. 

Kahramanımız, 16 yaş buhranlarda olan Holden Caufield isminde bir ergen. Ergenimiz dünyayla, kendisiyle bir şekilde iletişim halinde olan pek çok kişi ile sorunlar yaşıyor (kardeşleri hariç diyebilirim). Aslında sorunu şu; insanları, ortamları, muhabbetleri hep samimiyetsiz buluyor. Holden kendiyle de sorunlu aslında. Hatalı ve eksik yönlerini biliyor, bunlarla dalga geçmeyi iyi başarıyor. Hatta öyle ki kitabın bazı yerlerini okurken resmen kahkaha attım:) Kitabın güzel olan tarafı buydu. 

Hoşuma giden ve bir kenara not aldığım şu kısmı paylaşmak isterim: 

Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları cam vitrinlere koyup oldukları gibi saklayabilseniz.

Okuduğumda hem gülümsediğim hem de düşündüğüm şu kısmı da yazmadan edemeyeceğim:

Ne yaparlarsa yapsınlar da beni lanet bir mezara tıkmasınlar. Pazar günleri millet gelip karnınızın üstüne bir sürü çiçek falan koyacak, daha bir sürü zırvalık. Öldükten sonra çiçeği kim ne yapsın? Yani...

Holden'ın Central Park'taki ördeklerin kış mevsiminde nereye gittikleri konusundaki merakı takdire şayandı. Sahiden, bazen insan kimsenin aklına gelemeyen ama aslında ince bir detay olan şeyleri çok merak edebiliyor.


Gelelim sevmediğim yönüne; söyledim ya, çeviri benim için önemli. Amerikan filmlerinde duyup taklidini yaptığımız "hey ahbap, senin derdin ne?" tarzındaki muhabbetlerin kitapta sıkça yer alması... Örneğin "ne cehenneme kavga ediyordunuz?" yada "benim için ne dersen de ama lanet dinimle dalga geçmeye kalkarsan, tanrı aşkına..." gibi cümleler bana çok manasız ve sıkıcı geliyor:/ (gerçi yazar böyle yazdıysa, çevirmen ne yapsın?) Bunun yanı sıra berbat, lanet, tanrı aşkına gibi kelimeler de o kadar çok tekrara düşülmüş ki... Bir yerden sonra insana fenalık geliyor. Holden biraz argo bir üsluba sahip, onu demeye çalışıyorum aslında;)

Kitabın ortalarını geçmeme rağmen isminin neden bu olduğuna bir türlü anlam veremesem de sonlara doğru iyice yaklaşınca sebebini anladım nihayet:)

Tam olarak nasıl bir duygu beslediğimi çözemediğim bu kitabı, yine de okuduğum için pişman değilim. Tekrara düşen kısımlarına rağmen eğlenceli olduğunu bile söyleyebilirim.

Yazar: J. D. Salinger
Yayın evi: Yapı Kredi Yayınları
Çeviren: Coşkun Yerli

13 Mart 2016 Pazar

MAVİ KUŞ

Son zamanlarda kitap almanın en önde gelen kıstaslarından biri  kitap kapağının tasarımı oldu. Dışı hoş, içi boş pek çok kitap da türedi tabi bu arada. Kapağa aldanıp kitap satın almak pek adetim olmasa da bu alışkanlığımı Mavi Kuş kitabını satın alırken bir kenara bıraktığımı söyleyebilirim. Aslında işin doğrusu şöyle, bu aralar takıntım Mustafa Kutlu kitapları, bilen arkadaşlarım vardır belki. Yazarın bir kaç kitabını aynı anda satın almıştım fuardan. Bu kitap da onlardan biri. Mustafa Kutlu kitapları ortalamasına göre biraz kalınca olsa da (210 sayfa) yazı puntosunun oldukça okunaklı olması ve neşeli kapak tasarımıyla, o kadar kitap içerisinde bana kendini aldırma isteği uyandırmıştı (kapağın tasarımı yazara ait, uygulama ise Ercan Patlak'ın).


Kısa bir sürede okunabilecek bu uzun hikaye, hayatın kendi rutininde devam ettiği bir kasabada başlayıp, bu kasabada yaşayanları dünyaya açılan bir kapı olarak adlandırabileceğimiz bir trene yetiştirmeye çalışan Mavi Kuş lakaplı bir minibüste geçen olayları konu ediniyor. Yol almaya mecali olmayan eski minibüsün birbirinden ilginç yolcu ve mürettebatı var: tarihi eser kaçakçılığı yapan turist bir çift, bu işlere karıştıklarından hiçbir haberi olmayan ve çifte rehberlik yapan arkeolog Gül, yurdun en ücra köşesinde dahi gönüllü olarak öğretmenlik yapmaya hevesli Murat öğretmen, ama yurdun en ücra köşelerinde bulunmaktan pek de hoşnut olmayan ve bu öğretmenin eşi olan Neşe, kafası hafiften güzel gezen ama iyi niyetli hükümet tabibi, içine kapanık kuyumcu, deli dolu minibüs şoförü Kenan, boyu büyümüş ama aklı büyümemiş muavin Seyfi, kimselerin pek de tınmadığı Beşir Ağa, jandarmaların nezaretinde yolculuğa çıkan tutuklu, hasta bir anne ve eşi, valiz içinde yolculuk yapan Erol... Hikayede pek çok karakter var. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, kitabın son sayfalarına yaklaştığımda ters köşe olduğumu ve şaşırdığımı söylemeliyim:) Öyle bir sonu hiç beklemiyordum. Bu son hoşuma gitti mi? Evet. Ama bir yandan da konunun ucunun açıkta kaldığını, yada bilinçli olarak okuyucuya bırakıldığını hissettim. Okuması zevkli, hızlı ilerleyen bir kitap.

Yazar: Mustafa Kutlu
Yayın evi: Dergah Yayınları

1 Mart 2016 Salı

KİŞİSEL BLOG YAZARLARI NE DÜŞÜNÜYOR?

Blog yazmaya başlama durumu sanırım herkeste farklı gerekçelere dayanıyordur. Ama uzun ama kısa zaman geçse de yola çıktığımız ilk gün ile bugün arasında sanırım düşünsel ve yazınsal olarak bazı farklar ortaya çıkıyor. Benim için öyle en azından...  1 delinin günlükleri blogunun sahibi Ayhan arkadaşımızın başlattığı Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor? isimli mim, blog yazma sürecimde tecrübe ettiğim bazı durumları gözden geçirme konusunda hoşuma gitti açıkçası. Mim 8 sorudan oluşuyor. Okumak isterseniz buyurun yazının devamına...

1. Yakın Çevrenizdeki İnsanlara Blogunuzdan Bahsediyor Musunuz?

Yazmaya başladığım ilk dönemlerde bahsetmemiştim. Fakat blogumdaki içerik arttıkça; düşüncelerine değer verdiğim, okumayı ve incelemeyi seven bir kaç arkadaşıma ve tanıdığıma blogumdan bahsettim. Ve sanırım bu mimi okuduğum günle aynı güne denk gelmesi güzel bir tesadüf oldu, blogumdan haberdar olan ve çok sevdiğim bir tanıdığım, yayında olan sitelerinde benim de yazı yazmamı teklif etti. Tabi bu durum beni oldukça mutlu etti (Sitenin mevcut içeriği benim yazdığım konulardan biraz uzak ama sanırım içeriklerini genişletmeyi düşünüyorlar. Nasip kısmet diyelim;) 

2. Neden Blog Yazıyorsunuz?

Öncelikle yazmayı sevdiğim için. Blog yazdığım yaklaşık 4 yıllık süreçte pek çok konu hakkında yayın yaptım. Okuduğum kitaplar, gezdiğim yerler, bazen duygu dünyamı etkileyen bir şarkı, bazen yaptığım bir yemek yada işlediğim bir etamin... Hepsi emek verdiğim ve bir şeyler hissettiğim durumlar sonucunda ortaya çıktı ve yaşamımda -yazdıklarımı hiç kimse okumasa dahi- benim için yazılı birer iz.

3. İlk Yazınız İle En Son Yazdığınız Yazı Arasında Ne Gibi Farklar Var?

Yazmaya üniversite yıllarında başladım aslında. Ve o dönem daha çok durum tespitleri üzerine yazıyordum. Üslubum biraz daha ironi içeriyordu. O yazılarımdan birkaçını farklı bir blogda paylaşmıştım (paylaşımları da bir gece içinde yapmıştım:) fakat sonrasında o blogu bıraktım ve paylaşımlarımı bu bloga ekledim. Blogdaki ilk yazım bir hikaye. Edremit Belediyesi'nin düzenlediği Sebahattin Ali Öykü Yarışması'na göndermiştim ama bir sonuç elde edemedim;) Sonrasında hikayemi bir dergiye gönderdim ve yayınlandı. İki Yandaki Boşluk isimli, takıntılı bir insanı konu edindiğim hikayemi okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz. Bu mimi saymazsak son yazım bir kitap eleştirisi olan Hüzün ve Tesadüf. İlk yazım biraz uzunca, son yazım ise kısa. İlk yazımda bir hedefim vardı, son yazım ise sadece canım istediği için yazdığım bir yazı. İlk yazım düşünce dünyama aitti, son yazım ise hissettiklerime dair.

4. Blog Yazmak Normal Yaşantınıza Neler Kattı?

Çok şey kattığını söyleyebilirim. İlk başlarda sadece yazıyordum. Sonrasında yazdıklarımı görsellerle desteklemeye başladım. Desteklediğim görsellerin kendime ait olması isteği ortaya çıktı zamanla ve daha iyi fotoğraf çekmek için -eşim sağ olsun- profesyonel bir fotoğraf makinem oldu, fotoğraf kursuna gitmeye başladım (gerçi bebek sebebi ile yarım kaldı ama...). Çevremi daha dikkatli izler oldum.

Bunun yanı sıra çalıştığım Müdürlük için bir internet sitesi açtık ve içeriklerini ilk etapta ben hazırladım (teknik konular hakkında destek aldım elbette). Kısa bir süre devam etti ama bir hobi sitesi için içerik hazırladım. Her biri çok değerli ve önemli kazanımlar benim için.


5. Yakın Arkadaşlarınıza Blog Yazmalarını Önerir Misiniz?

Yazmaya merakı olan ve okuyan bir insan, bir şekilde blog aleminden haberdar olur diye düşünüyorum. Benim önerime ihtiyacı olacağını çok sanmıyorum açıkçası...

6. Hangi Kaynaklardan İlham Alıyorsunuz?

Beyinsel fonksiyonlarımdan:) Görüyorum, duyuyorum, düşünüyorum, hissediyorum, yapıyorum ve yazıyorum. Çevremdeki her şey beni tetikleyebilir.

7. Diğer Blog Sahipleri İle İyi İletişim Kuruyor Musunuz?

Yüz yüze görüştüğüm bir blog yazarı yok açıkçası (hazioz blogunun sahibi Hazel hariç, üniversitede benden bir dönem alttaydı).  Facebook'ta eklediğim bir kaç blog yazarı arkadaşım var (hazioz ve yaşam izi). Bazı konularla ilgili mail yoluyla görüştüğüm, tecrübelerinden faydalandığım blog yazarları da oldu zaman içerisinde. nurdanishere bunların başında geliyor.


8. Rahatsız Olduğunuz Konular Var Mı?

Olmaz mı? :) Yazımı okuduğunu hiç sanmadığım ama sırf yorum yazmak için yazan ve "blogunu takibe aldım canım, bana da beklerim" tarzındaki yorumlardan hiç hoşlanmıyorum.

Vakti zamanında çok güzel içerikler hazırlayıp geniş bir takipçi kitlesine ulaşan bazı blog yazarlarının vakti zamanı gelince sadece sponsor destekli yayınlar yapması, yorumlara asla cevap yazmaya tenezzül etmemeleri ise pek de hazzetmediğim konular. Onca yorumun içinden sadece bir kaçına canımlı cicimli yorum yapan ve diğer yorumları görmezden gelen blogları da pek anlayamıyorum açıkçası.

Benim düşüncelerim bu yönde. Konuyla ilgili fikirlerini paylaşmak isteyen arkadaşlarım da bu güzel mimi yanıtlayabilirler.

* Görseller alıntıdır.