29 Eylül 2014 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN VENEDİK'İ NERESİ?

"Tatil yapmak" kavramı çoğu kişi için deniz, kum ve güneş birleşiminden oluşuyor. Kızgın kumlardan serin sulara atlamak tabi ki insana haz veren bir duygu, ona da ihtiyaç var. Ama kabul etmek gerekir ki gidilip görülmeyen şehirleri, doğal ve kültürel değerleri keşfetmek de ayrı bir zevk.

Bir kaç hafta önce bir elin parmaklarını kıyıdan köşeden geçen izin günlerimizde Amasya'ya düştü yolumuz. Şu yaşıma gelip bu canım şehri yeni gördüğüm ve gezmek için yalnızca 1 buçuk gün ayırmış olduğumuz için hayıflandım doğrusu.


Hititler döneminden başlayıp günümüze kadar pek çok tarihi ve kültürel miras birikmiş bu güzel şehirde.

Tarih derslerinden hatırlarsınız belki, Osmanlı Devleti döneminde şehzadeler yetiştirilmek üzere şartları uygun olan vilayetlere gönderilir ve bir nevi padişahlık antrenmanı yaparlarmış. Amasya da coğrafi konumunun korunaklı ve emin olması, bereketli ve güzel bir şehir olması nedeniyle bu vilayetler arasında yer bulmuş kendine.

Amasya Yeşilırmak nehrinin iki kenarına yayılmış bir şehir. Nehir şehrin içinden usul usul akıp gidiyor. Belki yaz mevsimi olduğu için, Yeşilırmak'ın suyu pek fazla değildi sanki. Öyle zannediyorum ki eskiden yada bu dönemde yine bazı mevsimlerde akıntısı oldukça fazla, çünkü nehrin içinde değirmenler yer bulmuş kendine. Nehrin bu yanından öbür yanına geçe geçe gezdik şehri. Şehrin içinden geçen kısmında Yeşilırmak üzerinde -yanlış anımsamıyorsam- 8 adet köprü var. Bunların 3-4 tanesi eski dönemlerden kalma taş köprüler. Diğerleri sonradan yerleştirilmiş.


Şehirde nereye başımızı çevirsek tarih gördük, nereyi gezeceğimizi şaşırdık resmen o kısacık zaman diliminde. Yukarıdaki fotoğrafta dağlara yapılmış olan kaya mezarları görülüyor mesela.

Sayfalar dolusu yazmak, onlarca fotoğraf paylaşmak istesem de pek mümkün olmayacak bu;) Çünkü memlekette malzeme -maşallah- çok, sonu yok:) En iyisi kısa kısa bahsetmek.

Biz ilk olarak Sabuncuoğlu Şerefeddin Müzesi'ni gezdik. Sabuncuoğlu Şerefeddin, döneminin önemli tıp adamlarından. Bu sebeple müzede Türk-İslam Medeniyeti'nde tıpla ilgili bilgilere ulaşmak mümkün. Dikkatimizi çeken bazı aletler oldu; mesela doğumda kullanılan metal aletler (ölü doğan bebekleri almak için kullanılıyormuş), bazı hastalıkları tedavide uygulanan dağlama yöntemi aklımda en çok kalanlar oldu. Dünya medeniyetleri o günlerde ruhsal bunalımda olan insanları "içine kötü ruhlar kaçmış!" mantığıyla hapsedip yakarken, atalarımız müzikle tedavi yöntemini uygulamış. İşte bu külliye de o merkezlerden bir tanesi (benim bildiğim diğer bir örneği Edirne'de). Medeniyet olarak büyük değerleri yakalamış, dünyaya örnek olmuşuz. Her ne kadar eksiklerimiz olsa da umarım bir gün yeniden silkelenir, daha araştırmacı ve geliştirmeci olduğumuz dönemleri yakalarız. İsterdim ki Hipokrat Yemini edeceğine İbn-i Sina Yemini etsin hekimlerimiz (batı bizden daha çok sahip çıkıyor sanırım İbni Sina'ya (Avicenna'ya yani batı diliyle). Neyse, konu genişledi biraz:) Müzede burçlara, ten renklerine göre kişinin hangi müzik makamında daha huzurlu olabileceğini gösteren bilgi tabloları var. Mesela Boğa Burcu Irak makamı, Kova burcu Neva makamı gibi. Yerleştirilen müzik sistemi ile burcunuzu seçip hem özelliklerini okuyor, hem de o makamın nağmelerini dinleyebiliyorsunuz.


Geçelim Şehzadeler Müzesi'ne... 2 katlı bir binaya kurulan müzenin içi çok ince detaylarla bezenmiş, ben çoook beğendim. Duvarlar çini deseni çizimleriyle bezenmiş, sedef kakmalı ahşap sehpalar ve aynalar yerleştirilmiş, çini ve bakır vazolar kullanılmış ve en önemlisi -müzeye ismini veren- şehzadelerin bal mumu heykelleri hazırlanmış. Eski usul, dökme kaloriferler bile desenli desenli kalıplarla hazırlanmış. 


Sıra 2. Beyazıt Külliyesi'nde... Yemyeşil bir bahçenin içinde yer alan, genişçe bir mekan. Adı üzerinde "külliye" zaten. Yaşamın içinden pek çok bölüm mevcut içerisinde. Çeşitli bölmeler var ve içerisi dönemin ruhuna uygun eşya ve canlandırma için mankenlerle benzenmiş. Bir külliyenin olmazsa olmazı cami pek tabi mevcut. Bunun yanı sıra binlerce el yazması kitabın olduğu harika bir de kütüphane var, muhakkak ziyaret edilmeli. Kütüphanedeki görevli ağabey müthiş bir insandı. Hem bilgili, hem konuşkan hem de sempatik:) Sorduğumuz tüm soruları güzelce yanıtladı. Kitaplar eski dönemlerden, bilhassa Osmanlı Devleti'nin gelişme zamanlarına ait... Fatih, Kanuni Dönemleri yani. Aşağıdaki eser yanlış anımsamıyorsam Kanuni Devri'nden. Orjinal el yazması, çevresi elde süslenmiş, altın varakla bezenmiş. Dokunabilmeyi çok isterdim ama maalesef sevimli kütüphaneci ağabey izin vermedi. Haklı tabi;)


Geleneksel bir Amasya evi nasılmış eskiden sorusunun yanıtını Hazeranlar Konağı'nda bulabilirsiniz;) 


Amasya'nın sokakları bile huzur verici. Sakin, kendi halinde. Gerçi tur otobüsleri geldiği anlarda kısmı bir yoğunluk oluşsa da özünde sakin.


Arkeoloji Müzesi'nin girişinde uzay aracına benzer biçimli mezar ve sahibinin kemikleri selamlıyor sizi;)



Şehrin çıkışında (gerçi şehre ne taraftan geldiğinize bağlı, girişinde de olabilir, Tokat yolu üzerinde:) Ferhat ile Şirin Müzesi (diğer adıyla Aşıklar Müzesi) var. Açıkçası giderken beklentim pek yüksek değildi fakat içeri girince fikrim değişti. Müze bölüm bölüm, bildiğimiz aşk hikayelerinin her biri (Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem, Mimar Sinan ile Mihrimah Sultan, Romeo ve Juliette (ciddi söylüyorum:) gibi hikayeler birer oda ayrılarak canlandırma mankenleri ve dekorlar ile hazırlanmış, gerekli aydınlatma ve karanlık ortam düzenekleri kurulmuş ve kulaklık sistemi ile güzel hikayeler eşliğinde ziyaretçilere aktarılacak şekilde hazırlanmış. Çıkışa doğru Aşık Veysel, Köroğlu gibi aşıklardan bahsedilip, ilahi aşk bölümüyle gezinti odaları sonlandırılmış. Pek beğendim doğrusu;)


Ferhat ile Şirin Heykeli

Şehrin gecesi ayrı güzel gündüzü ayrı.



Şehrin akşam ışıklar altındaki görüntüsü beni çok etkiledi. Gece sanki Venedik'teymişim gibi hissettim (tamam Venedik'e gitmemiş olabilirim... ama öyle işte;)


Sanırım gezdiğimiz yerlerin yarsını aktardım. Burmalı Minare, Gök Medrese, Gümüşlü Cami, Maket Amasya Müzesi ve Saraydüzü Kışlası'nı da incelemekte fayda var. Amasya İl Kültür Müdürlüğü'nün sayfası oldukça bilgilendirici, yolunuz düşecek olursa nereler gezilir, ne yenilip içilir, bakın derim.

25 Eylül 2014 Perşembe

ZEHİRLENME VAKALARINDA ARANABİLECEK BİR NUMARA: 114

Hepimiz ilk yardım eğitimleri almışızdır; öğrenciyken, ehliyet alırken, herhangi bir eğitimde, vs.
Ama pek çoğumuzun acil bir durumla karşılaştığında paniği yenip ne yapması gerektiğini tam anlamıyla bildiğini -maalesef-  pek sanmıyorum.
Epey zaman oldu, kurumumuzun verdiği İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimi'ne katılmıştık.
Sunumlar esnasında ilk kez duyduğum bir şey vardı: (Sağlık Bakanlığına bağlı) 114 Ulusal Zehir Danışma Merkezi (UZEM)
Mevzu şu: bir zehirlenme vakası ile karşılaştınız ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz.
114'ü tuşlayarak zehirlenmeye sebep olan maddenin (kimyasal, gıda maddesi gibi) türünü belirtiyor ve yapmanız gerekenler hakkında bilgi alabiliyorsunuz.
Sunumu gerçekleştiren bey, bu hattın ücretli olduğunu söyledi.
Onu da hatırlatmış olayım. (Gerçi o an sanırım bunun hiç bir önemi olmayacaktır... )


İnternette araştırma yaparken ODTÜ Sağlık ve Rehberlik Merkezi'nin hazırladığı bir metne rastladım.
Burada da 24 saat hizmet veren Zehir Danışma Merkezi ile ilgili bilgilere rastladım.
Ücretsiz telefon: 0800 314 79 00 (4 hat)
Ücretli telefon: 0312 433 70 01
                       0312 435 56 80 / 1292

Ağız/solunum/deri yoluyla zehirlenmelerde ve gıda zehirlenmelerinde neler yapılması ile ilgili kısa ama hayat kurtarıcı bilgileri incelemek isterseniz buraya bakmanızı öneririm.

* Fotoğraf internetten alıntıdır.

24 Eylül 2014 Çarşamba

SUNAY AKIN İLE OYUNCAK MÜZESİ'Nİ GEZMEK (2)

İlk yazımda genel itibariyle bizlerin çocukluk dönemine denk gelen oyuncakları paylaşmıştım. Bu sefer içerik biraz farklı, ülke sınırlarının dışına çıkıyoruz. Yer yer tarihte bizimle ilgili anektotların yurtdışında üretilen oyuncaklarda kendine nasıl yer bulduğundan da söz edeceğim.

Yurt dışında dönemin çocuklarının oynadığı oyuncaklar bizimkilere oranla daha hayal gücünü açıcı, çocuğun genç dimağındaki merakı daha bir tetikleyiciymiş gibi hissettim. Mesela tenekeden yapılmış teleferik buna bir örnek. Sunay Bey haklı olarak soruyor; neden biz Boğaziçi Köprüsünü, Kız Kulesini yada Galata Kulesini oyuncak olarak yapmamışız ki?

Tenekeden yapılmasın rağmen kurmalı yapıya sahip pek çok oyuncak da gördük (aşağıdaki teleferik de kurmalı dikkatinizi çektiyse). Motor aksamına kadar yapılan arabalar vardı mesela. Çocuktaki merakı nasıl artırmaz ki böyle şeyler?




Uzaylı denen şey nasıldır, figürleşmiş hali...


Bu antenli arkadaş her ne kadar "uzaylı" figürü için tasarlanmış olsa da savaşlardan çıkan bir toplumun bilinçaltında neler yattığının bir göstergesi. Uzaylı neden süngü taşısın? Yada neden sarı renkli asker çorabı giysin?

Dikkat çeken başka bir husus da oyuncaklarla çocuk algısının yönlendirilmesi. Bunu Hitler oldukça belirgin bir biçimde kullanmış. Bunu daha net anlamak için Nazilerin meşhur eziyetleri başlamadan evvel piyasaya sürülen kurşun askerleri biraz yakından incelemek gerek. Bu kurşun askerlerden her biri, savaş ortamında gözlemlenebilecek faaliyetlerden herhangi birini yapıyor: traş oluyor, silahını temizliyor, yaralı bir askeri taşıyor, dinleniyor gibi. Diğer taraftan, arabasıyla askerlerin arasından geçen Hitler onları selamlıyor. Çocukken bu kurşun askeri oyuncak olarak oynayan bir çocuk, gün gelince o kurşun askerin yerine geçip de yahudi avına çıkıyor yıllar sonra. Ürkütücü, değil mi?


Bir başka oyuncak örneği, Süperman Sovyetler Birliği'nde olsa kıyafetindeki simge ne olurdu? Tabi ki çekiç ve orak!


Komünist Süperman


Nazi Almanyasını kuran Hitler ve Kurmayları

Kırım Savaşı'ndaki Osmanlı askerlerinin oyuncağı niçin Türkler tarafından değil de İngilizler tarafından tasarlanmıştır acaba?


2. Dünya Savaşı'na Türkleri de dahil etmeye çalışan Hitler'den bir buluş...
Mübarek hiç rahat durmamış ömrü hayatı boyunca anlaşılan!


Belki biraz daha sevimli oyuncaklardan bahsetmeliyim artık, ne dersiniz? Mesela bilhassa kız çocuklarının gözlerini fal taşı gibi açtıracak nitelikte minyatür evlerden;)


Minyatür evlerin ortaya çıkış hikayesi şöyle; eski dönemlerde çok zengin olan kişiler kendilerine alacakları yada yaptıracakları evin bütününü gösterir nitelikte küçük prototiplerini isterlermiş. Şimdi ki proje maketlerinin atası diyebiliriz yani. Anne babasıyla bu maketlere bakan çocuklar, pek tabi bu minik şeyleri karıştırıp kurcalama hevesine girince, zengin baba "madem elin değdi, iki tane yap ustam!" minvalinde konuşunca, ortaya minyatür evler ve türevleri çıkmış.


Türevleri dedim çünkü bu minnak yapılar sadece evlerden ibaret değil. Kasap, okul, manifaturacı, eczane, pastane gibi çok farklı mekan oyuncaklarının tasarlanmasına sebep olmuş.


Buna bayıldım ben! Kumaş sevdası o dönemlerden bu güne artarak devam etmiş demek ki:)

Dünyada sadece İstanbul Oyuncak Müzesi'nde bulunan oyuncaklar da var.

22 Eylül 2014 Pazartesi

SUNAY AKIN İLE OYUNCAK MÜZESİ'Nİ GEZMEK... MÜTHİŞ!

(Yazıyı müzeyi gezdiğim cumartesi günü yazdığım ama pazartesi günü yayınladığım için gün mefhumuna çok takılmayınız;)

İnsanın hayatında kendini çok şanslı hissettiği günler olur ya, bugün tam olarak bu duyguyu hissettim. 
İlkokul günlerimden hafızamda kalan anıların minicik bir kısmını yüzeye çıkardığım yazıdan bu yana bir duygusallık, bir psikolog koltuğunda yöneltilen "şimdi çocukluğunuza inelim" hali hüküm sürüyor bedenimde...
Sen böyle bir ruh haliyle kalkıp bir de Sunay Akın'ın Oyuncak Müzesi'ne git, kendisiyle tanışma fırsatına eriş, bununla yetinmeyip kendi ağzından oyuncakların hikayelerini dinle, soru sor ve gözlerinin içine içtenlikle bakarak bu güzel insandan sorularının yanıtlarını al... Bununla da yetinme, bayramdan sonrası için Sunay Akın'dan internet ortamından kısa bir röportaj sözü al! Allah'ım nasıl mutluyum, yorgunluktan ağrıyan ayaklarım nasıl yere değmiyor, hiç sormayın! :)

Bugün o kadar çok şey gördüm, hissettim ve fotoğrafladım ki...
128 fotoğrafın içinden hangi birini seçip yayınlasam, hangi mevzuyu yazsam, akla karayı seçtim belirlerken.
Şuna karar verdim, İstanbul Oyuncak Müzesi'ni iki bölüm şeklinde yazacağım.
Ve inşallah bir aksilik olmazsa, röportajı ayrı bir yazı ile aktaracağım.

Okumakta olduğunuz ilk bölümde, çocukluk döneminde oynadığımız yada ülkemizde üretilen/üretilmesi planlanmış ama maalesef nasip olmamış oyuncakları paylaşacağım. 
Yer yer müzenin kurucusu, ülkemizin başına gelen en güzel insanlardan biri olan ve başına da bir hâl gelmesin diye itina ile korunması gereken Sunay Bey'in paylaştıklarını ve müzeyle ilgili hissettiklerimi yazacağım.
İkinci bölümde, dünyanın diğer ülkelerinde imal edilen oyuncakları, biz plastik ve tenekeden oyuncaklarla tazecik zihinleri oyalayıp kendimizi kandırırken, bugün her teknolojik gelişmeyi gördüğümüzde adamlar yapmış abi! dediğimiz ulusların çocukları nelerle oynuyormuş, onlardan söz edeceğim. Hiroşima'ya atılan atom bombasıyla yerle bir olan bir ilkokulun parçalarından, yanarak düşen Hindenburg Zeplini'nin parçasına, Mona Lisa Tablosu için yapılan ve tek üretilen oyuncağa, arabayla hayali bir dünya turunda İstanbul'un nasıl yer aldığına kadar farklı oyuncakları ve konuları paylaşacağım (küçük bir rica, lütfen sadece fotoğraflara bakıp geçmeyelim, bilhassa son satırlara şöyle bir göz atalım. Türkiye'de ender rastlanan bir özverinin eseridir bu mekan, fikir edinmiş olalım;)
Bence eğlenceli yazılar olacak;) Şu an yapacağınız daha önemli bir iş yoksa, haydi takılın bana.
Sağ baştan başlayalım;)

Alüminyumdan mutfak eşyası oyuncaklarım vardı benim, ablamdan kalma. Bir tane kapaklı tencere, bir tane de sürahi... Sanırım en son 16 yıl evvel oynamışımdır bu oyuncaklarımla. Sonra akıbetleri ne oldu, üzgünüm ama hiç bir fikrim yok:( Allah'ım ne olurdu onlar yine benim olsa?


Erkek kardeşim olmasa da arabalarım vardı. Çok değil, 2 taneydi. Biri plastik, iki parçaya ayrılabiliyor. Tekerlekleri kırmızı, arabanın alt kısmı fıstık yeşili. Üst kısım şeffaf plastik, tabandan ayrılıyor ve içinden Bonibon Paketi çıkıyor. Hastaydım, geçmiş olsuna gelen Ayşen Teyzem getirmişti. Diğer araba yine abladan miras, yeşil renkli. Teneke. İnsan figürleri var pencerelerde. Yoksa bunun aynısı mı?!


Yıllar sonra... Teneke araba! Tutmayın beni, ağlayabilirim şu an!

Bebek oynamayan kız çocuğu olur mu? İnsaf! Plastik, porselen, bez. Malzemesi önemli mi? Saçı ve rengarenk kıyafetleri olsun, değmeyin keyfimize! Ha kolları ve bacakları da oynuyorsa, bundan iyisi Şam'da kayısı, değil mi?


O da ne? Soldan üçüncü bebeğin elinde, başka bir bebek sesin büyüsüne kapılarak oyalansın ve ağlamayı bıraksın diye bir çıngırak mı var? Haydi gelin yakından bakalım.


Siz de benim gibi kağıt bebekleri kesip,üzerine yine kağıttan elbiseler giydirenlerden misiniz? O zaman bunlar tanıdık gelecektir;) İnsan kağıttan elbiseyle üşümez mi acaba?


Osmanlı Hükümdarlığı Döneminde ahşap oyuncaklarıyla meşhur bir semt vardır İstanbul'da, fikriniz var mı? Varsa şayet, ne mutlu olurum. Kültürümüzden (arta) kalan güzel bir detaya vakıfsınız. Yoksa da sağlık olsun, şu an duymuş olun. O semt Eyüp. Eyüp'te el işçiliği ile ahşaptan oyuncaklar üretilirmiş tıngır mıngır...


Peki ya Türk Tiyatrosu'nda oyuncak figürü olarak kalıbı hazırlanan ama basımı tamamlanamayan ünlü kim? Kuzucuklarım dersem, bir şeyler ifade eder mi sizin için? Evet, Adile Naşit'ten söz ediyorum.


Pitiş ve Piti hakkında bir şeyler duymuş muydunuz peki? Sevdiklerine dört kolla sarılma fikriyle gerçekten de dört kolu olan oyuncakların Müjdat Gezen tarafından yaptırıldığını söylesem?


Belki bu basit ama o dönemler çocuklar için güzel bir eğlence aracı olan plastik arabalardan siz yada erkek kardeşiniz oynamıştır? Ne dersiniz?


Bu tüylü ayıcıklardan benim de vardı, hem de aile boyu! Senelerce itina ile oynadım onlarla. Hele açık sarı renkli Yumoş'um (soldakine pek benzerdi kerata)... Misafir çocuklarından saklardım hep başına bir zeval gelmesin diye.


Yaa, işte böyle. Daha neler neler var bu güzel müzede. Tipi Tip sakızları, kartondan OMO kutusu, katlanabilir plastik su bardağı (illa ki su kaçırır ama birleşim yerlerinden;), Cin Ali Serisi'nin kitapları, yeşil toz torbasıyla Hooverr marka elektrik süpürgesinin oyuncak hali... Allah'ım neler neler! Af buyurunuz, tuvaletin duvarında dahi, çerçevelenmiş halde Ayşegül serisi kitaplardan bir sayfa bulunuyor:) Orada da boş durmak yok, hep bir mutluluk hali...

Hep bir mutluluk hali dedim ama üzüldüğümüz, hayıflandığımız anlar da olmadı değil. Bizdeki oyuncaklar neden gelişmiş ülkelerin oyuncaklarıyla kıyaslandığında daha basit, daha tek düze kalmış, o noktaya takılmadık değil. Sunay Bey'e sordum bu soruyu, yanıtı şu mealde oldu; dikkat edin, bizde oyuncak hep çocuğu oyalamak, susturmak için kullanılmıştır. Anlattıkları küçümsenen birine "hadi oradan, masal anlatma!" denir yada "çocukluk yapma!" denir bazı durumlarda. Çocukluk, çocuksuluk küçümsenir. Bir küçümseme ifadesi olarak "kadın gibi ağlama, kadın gibi gülme" denir!

Düşündüm, doğru söze ne hacet! Ne kadar güzel noktalara erişen medeniyetimiz, sanki sihirli bir el değince duraksamış, özünü kaybetmiş, o naif ve ince kültür bir yerlerde takılı kalmış ve zamana yetişememiş. Neden böyle? Niye onca -belki de yüzlerce- yıl bu halde kalmışız? Derin mevzular, değil mi?

Derin mevzuları önemseyelim, bana ne demeyelim. Ama şu an biraz da Müze'den bahsedelim. İçinde binlerce oyuncak bulunan enteresan bir yer burası. Kapısından girince mutluluk hormonları salgılıyor insan. Müze, eski bir köşk. Sunay Bey köşkü komşuları gibi satıp yerine apartman kondurmak yerine, harika bir müze haline getirmiş. Ve sorum üzerine ekliyor, devletten destek almıyorum, böyle iyiyim! Pek çok badire atlatmış destek konusuyla ilgili, epeyce anlattı. Girişimci olmak zor canım ülkemde, destek yerine kösteklerle karşılaşma ihtimali ne yazık ki büyük...

Daldık yine derinlere, yüzeye çıkalım. Müzedeki oyuncakları ilk yıllarda (ki benim çıkarımım en az 20 yıllık bir geçmişe dayanıyor projenin ilk adımları) yurt dışındaki müzayedelerden satın almış Sunay Bey. Ama sonrasında koleksiyonerlerle birebir görüşüp, çeşitlendirmiş parçaları. Ve şöyle diyor; müzayedeler, koleksiyonerlerden satın almaya nazaran daha pahalı oluyor! Dünyada eşi olmayan parçalar var. Bir kısmından bahsetti, ben de bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Müzeye giriş öğrenci/öğretmen 7 lira, tam 10 lira.
Pazartesi günleri bu büyülü mekana giremezsiniz zira kapalı.
Detaylı bilgiyi bu adresten edinebilirsiniz.
Sunay Bey ziyaretçilerle samimi bir ilişki içinde. Abiiim! diyerek sarılası geliyor insanın, o derece!
Soru soran herkesi sabırla yanıtlıyor, fotoğraf çekiliyor, muhabbet ediyor.
Güzel bir insan işte, zip haline getirip, her an yanında bulunmasını istiyor insan:)
Bilmem daha ne diyeyim?

Yazının ikinci bölümünde yine görüşmek dileği ile...


Sunay Bey sıkılmayıp, üşenmeyip 1538. kez oyuncakların hikayesini ziyaretçilere anlatırken...

18 Eylül 2014 Perşembe

İLKOKULDAYKEN KULLANILAN VE HAFIZADA YER EDEN NESNELER

En net ve güzel hatırladığım okul günlerim ilkokula dair sanırım. Belki hafıza dinç olduğu için belki de o günler şimdiye göre daha güzel ve özel olduğu için, sebebini bilmiyorum.

Malumunuz okullar açıldı; öğretmenlerde, öğrencilerde ve ebeveynlerde bir telaş. Bu rüzgardan esinlenerek, uzun yazmasına rağmen severek okuduğum evdeyazar eski okul günlerine dair anılarından bazılarını yazmıştı blogunda. Konu yazmayı ve konuşmayı sevdiğim bir mevzu, hatta önceden de ilkokulda resim dersi klişeleri başlıklı bir yazı yazmıştım ve yazarken çok eğlenmiştim.
Ben de bu noktadan yola çıkıp, ilkokul günlerinden aklımda kalan ve hatırlayınca beni gülümseten eşyalarla ilgili bir iki (tamam tamam daha fazla) satır karalayayım dedim;)

Öncelikle şunu söyleyeyim, ben doksanlı yıllarda ilkokul öğrencisiydim. Yani beşinci sınıfı bitirenlerin "lise"yi daha doğrusu Anadolu Liselerini kazanmak için harıl harıl çalıştığı dönemde yetiştim. Sadece isim değişikliğiyle "Anadolu" Lisesi olmayan, ciddi ciddi çalışılarak o okullara girildiği dönemlerde... O dönem okuyan hemen hemen tüm öğrencilerin yakından tanıdığı isimler vardır. Mesela Ahmet Buhan'ın mavi kapaklı matematik kitabı. İçindeki alıştırmalar ortalama seviyedeydi. Bazı soruları ayırt edici nitelikte ve zor olurdu. 


Hafızada yer eden bir başka kitap yazarı Bilal Denge'den söz etmezsek ayıp olur. Denge Yayıncılığı öyle tahmin ediyorum ki pek çok kişi hatırlar. Hadi diyelim onu hatırlamadınız, Aydan Yayıncılığın kırmızı kapaklı, tuğla kalınlığındaki kitaplarını illa ki bilirsiniz:) Aydan Yayıncılığın kırmızı kitapları pek bir meşhur olup, tedrisatından pek çok öğrenci geçmiş olsa da efsanevi yeşil kapaklı kitabın da az buz kalınlıkta olmadığını anımsatmak isterim;) (Bu kitabı ortaokulda mı kullanıyorduk, tam kestiremedim şu an;)


Yaz tatili kitapları vardı bir de. Yayınevini, yazarını hiç ama hiç hatırlamadığım ama sarı kapak-kırmızı yazı kombinasyonuyla ve küçük ebadıyla anımsadığım, içindeki karınca duası büyüklüğündeki yazıları ve zor sorularıyla insanı matematikten soğutacak bir kitap vardı ki ne siz sorun, ne ben söyleyeyim a dostlar! :) (yazının yayınlanmasından 4 gün sonra düşülen not: pembe vosvos beni aydınlattı sağolsun, kitabın ismi "zihinden problemler"di:))

Hepimiz hemfikirizdir sanırım, defterlerin kenarı itina ile cetvelle çizilir, her bir satırın aynı hizada olması için büyük titizlik gösterilirdi (evet bazıları bu konuda çok başarılı olamazdı kabul, ama cetvelle defter kenarı çizmek hepimizin dağarcığında yer etmiştir diye düşünüyorum) Doksanlı yıllarda kullanılan cetveller başkaydı sanki. İçi su, süslü küçük objeler ve sim dolu cetveller vardı, bilen gören duyan var mıdır bu muhitlerde? :)


Aradığım cetveli bulamadım internette ( o kadar tedavülden kalkmış yani:) En benzeyen buydu. İdare edeceğiz artık;)

Faber Castell firması bugün büyük firmaysa, bunda güzel yurdumdaki ilkokul öğrencilerinin renk sevdasının büyük payı vardır. Kırmızı kurşun kalemle başlayan bu serüven, yeşil ve mavi kalemlerle şahlanmış, 12/24 ve 36'lı kuru boya setleriyle konunun Nirvanası'na ulaşmıştır:)


Söz kalemlerden açılmışken, o yılların kalem kutularını yad etmemek mümkün mü? Cephanelik misali her bir yerinden ayrı göz açılan dikdörtgen şekilli kalem kutuları pek bir revaçtadır dönemin yavrucakları arasında. Ve Almanya'dan gelen dayının hediye olarak getirdiği, içinde keçeli kaleminden kuru boyasına, iletgisinden gönyesine yedi düvel bulunan kalem kutuları da dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır, onu da söyleyelim, hatırı kalmasın;)



"Koklayıp durma, kanser olacaksın!" nidasını az mı duyduk peki? Ne güzel kokardı o Arı Mayalı, renkli silgiler! Bana kalırsa dünyadan bitmeyen şey nedir sorusuna verilecek cevap silgidir. Ne kadar severseniz sevin, isterseniz boynunuza iple asın (ki vardır örnekleri) o silginin kaderi baştan bellidir: kaybolmak! 


Kokusuyla bizi esir eden tek nesne silgi değildir, kokulu not defterlerini de es geçmemek gerekir. Bu defterlerin öyle çeşitleri vardı ki, bilhassa kız öğrenciler aralarında değiş tokuş yaparlardı koleksiyonlarındaki sayfa sayısını artırmak için. Bir nevi al gülüm ver gülüm mantığıydı işleyen. Ve hatırlıyorum, aşağıdaki sayfalardan bazıları bende de vardı:)


Biraz da giyim giyecekten bahsedelim. Işıklı spor ayakkabılarını hatırlamışsınızdır sanırım. Hala değişik örnekleri piyasa mevcut. Demek ki süksesi geçmemiş:)


Rengarenk harflerin üzerinden tüylü kollarıyla ve kırmızı şapkasıyla bize selam eden maymun figürlü amblemiyle o günün çok kaliteli ve pahalı markalarındandı LC.WAİKİKİ. Bugünkü gibi her köşe başında mağazası bulunmaz, oradan alınan ürün yıllarca giyilirdi. Kalın dokulu ürünleri beden eğitimi derslerinde eşofman takımı olarak kullanılırdı.
Günümüzde lcwaikiki çalışanın bayram öncesindeki halini görmek için tıklayınız:)

Düşünsek daha neler çıkar:)
Eklemek istedikleriniz olursa musmutlu bir yüz ifadesiyle okurum:)
Ve fotoğraflar pek tabi internetten alıntıdır.
Konu ismini anımsayamadığım bir başlıkla ekşi ve itüsözlükte de kendine yer bulmuştu. Biraz araştırmayla çok daha fazla cevhere ulaşabilirsiniz;)

16 Eylül 2014 Salı

TARİHİ GEÇEN İLAÇLAR NEREYE VERİLMELİ?

Üç ay kadar önce evimde bulunan ve doluluktan artık kapağı kapanmayacak hale gelen ecza dolabını bir düzene sokayım diye niyetlendim.

Tarihi geçen, kutusu boşalmaya yüz tutmuş, mini bir poşeti dolduracak sayıda ilacı ayırdım.
Evlenmeden önce, evde bu işlere annem bakardı;) O günlerden hatırlıyorum, tarihi geçen ilaçları annem çöpe atmıyordu belki hayvancağızlar bilmeden yer de zarar görürler diye.
Bu sebeple lavaboya yada -af buyurun- tuvalete atardı.
O şartlarda bizim için -belki de pek çok kişi için- bu makul bir çözüm gibi görünüyordu.

Zaman geçti, üniversitede atıksu dersi almaya başladım.
Meselenin özü şu, bizim lavabo/banyo ve tuvaletlerde kullandığımız suyun arıtılmasında kullanılan faydalı mikroorganizmalar var.
Ve eğer yaşadıkları atıksuyun içinde normalin dışında maddeler varsa, bundan olumsuz etkileniyorlar.
Hal böyle olunca, ilaçları lavaboya yada tuvalete dökmenin ne kadar doğru olacağını düşünmeye başladım kendimce.
Şu bir gerçek, bilmem kaç bin tonluk suyun içinde benim döktüğüm ilaç zaten seyrelecek, yani çok kuvvetli bir etkisi olmayacak.
Ama biraz daha detaylı düşününce, doğal olmayan bir şeyi (ilaçlar genellikle sentetik, biliyoruz bunu) doğal ortama vermek ne kadar vicdani?

Eczanelerde veya hastanelerde oluşan tıbbi atıklar (ameliyat esnasında kullanılan malzemeler, organlar, tedavi amaçlı kullanılan tıbbi malzemeler, ilaçlar, vb.) diğer atıklardan ayrı toplanıyor ve çok yüksek sıcaklıklarda yakılarak imha ediliyor.
Bu nokta tamam.
Peki evdeki artık ilaçlar ne olacak?
Mevzuatı araştırdım karıştırdım. Net bir şey çıkmadı.
İnternete baktım, bir kaç haber gördüm bu ilaçların hastanelerde yada eczanelerde bulunan atık ilaç kutularına atılabileceğine dair.
Aldım bir gün poşetimi, uğradım eczaneye.
Dedim durum böyleyken böyle, sizde var mıdır böyle bir kutu?
Sorduğum kişi birine sordu, o diğerine, diğeri beridekine.
Dediler ki "bizde böyle bir kutu yok!".
Peki siz nereye veriyorsunuz artan yada tarihi geçen ilaçları?
Şirket gelip alıyor, dediler.
E peki nereye vereyim ben bunları?
...
Bilmiyoruz ki!


Anladım, haberler fos çıkmıştı.
Eczanenin hemen yakınında hastane var, acil servisten girdim, iş bilir bir hemşireyi gözüme kestirmek için bakındım.
Ve işte oradaydı. İlerleyen 5 yıl içinde başhemşire olacak potansiyelde bir bayan...
Usulca yanaştım. Tarihi geçen ilaçlarım olduğunu, okuduğum haberlerde hastane veya eczanelere bu ilaçları verebileceğimizi ama eczanenin almadığını söyledim ve ekledim: size bırakabilir miyim?
Hatun kişi beni şöyle bir süzdü, ne ilacı bunlar dedi, poşeti istedi ve inceledi.
Tamam, ben başhemşireyle konuşup bizim artık ilaçlarla birlikte gönderirim bunları, dedi.
Teşekkür ettim, ayrıldım.

İşe geldim, açtım bilgisayarı, BİMER'e bir başvuru yaptım.
Yukarıdaki olayı olduğu gibi yazdım, başvurumun Sağlık Bakanlığı'na, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na, Türkiye Eczacılar Birliği'ne ve İstanbul Eczacılar Odası'na iletilmesini istedim.
Kısa bir süre sonra, yalnızca Sağlık Bakanlığı'ndan yanıt aldım.
Aynen aktarıyorum sizlere.

Sayın AYDIN BAŞER;
BİMER'e yapmış olduğunuz, ekteki ... nolu başvurunuz değerlendirilmiştir. Hassasiyetiniz için teşekkür ederiz. İlaçların imhası, çevre ve toplum sağlığı açısından 14 Mart 2005 Tarihli Resmi Gazete, Sayı: 25755 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın "Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği" ile Tehlikeli Atık kapsamına alınmış ve imhaları özel şartlara bağlanarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın görev, yetki ve sorumlulukları arasına alınmıştır. Bu konuda ilgili Bakanlığın çalışmaları devam etmektedir. Atık ilaçların çevre kirliliğine neden olmadan imha edilmesi hususu bizim de öncelikli konularımızdan biri olup,  ilgili konuda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çalışmalarına Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu olarak destek vermekteyiz.
Ayrıca hekimler tarafından reçete oluşturulurken hastanın tedavi süresi göz önünde bulundurulmaktadır. Akılcı İlaç Kullanımı ilkeleri gereği ilaçların hekimlerin önerdiği süre ve dozda kullanımı büyük önem arz etmektedir. Bu hususlara dikkat edildiğinde sözünü ettiğiniz evlerde biriken ve/veya yarım bırakılan ilaçlar engellenebilecektir.
İyi günler dileriz.


Akılcı İlaç Kullanımı Birimi
T.C. Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbı Cihaz Kurumu

İlacım; ne eksik, ne fazla!

Durum böyle dostlar.
Ben çabaladım, sonucunu -azıcık zahmeti olsa da- aldım.
Ayda yılda bir düzenlediğimiz ecza dolaplarımızdan ayırdığımız tarihi geçen yahut artık kullanmadığımız ilaçları lütfen lavaboya veya tuvalete dökmeyelim.
Eczanelerin alması zor belki ama hastaneler yardımcı olacaktır (Eczaneler almak istemeyebilir çünkü bu onlar için bir işletme gideri. Elbette hastane için de bir gider ama bu gider kamunun parasından harcanıyor, işletme mantığı gibi değil yani)

15 Eylül 2014 Pazartesi

DIMTISLI HALLER (3)

Müziğin çok belirgin bir etkisi var bünyemde.
Çok neşeliyken bir anda bir şarkı ile tamamen ruh halim değişip duygusal eksene hızlı bir giriş yapıyor yada tam tersi, hüzünlü bir haldeyken neşem yerine geliyor bir parçayla.
O yüzden Dımtıslı Haller başlıklı yazılarım muhtelif aralıklarla yer alacaktır blogda, öyle görünüyor.

Feridun Düzağaç'ı seviyorum.
Hafif melangolik halleri, ilginç tamlamalarıyla şarkı sözleri ilgi çekici.
Bir şeyler üst üste ters gidince yakınırız ya "her şeyde beni bulur zaten!" diye, o minvalde bir şarkısı var Tesadüfler isminde.
Aslında eski bir parça, sanırım iki binlerin başlangıçlarından.

Ne zaman arabamı yıkasam yağmur yağar
Yağmurda yürüsem su sıçratır üstüme pis arabalar

diye başlayan şarkı

Şu doğru zaman, doğru yer hikayesi
Nerede yazılır ki kara bahtın reçetesi 

şeklinde devam eder.

Ve evet, bazen katılmamak  elde değil

Bu kör talihim nerede olsam bulur beni, sobeler
Ben mutluluktan bir parça şefkat dilenirken
Hiç sevmiyor beni tesadüfler...

* İllüstrasyon alıntıdır.
** Bir dinlesek mi şu parçayı derseniz şöyle alayım.

12 Eylül 2014 Cuma

GÖRSEL ALGIYI ARTIRABİLECEK FOTOĞRAF SİTELERİ

Blogu açmamdaki en temel unsur yazmak olsa da zaman içinde yaptığım şeyleri -bilhassa- kendi çektiğim fotoğraflarda desteklemek oldukça mutluluk vermeye başladı.

Akıllı bile olmayan cep telefonumun çektiği tatminsiz fotoğrafları gördükçe başladım söylenmeye: "ben önü net arkası flu fotoğraf çekmek istiyorum!" renkleri ne soluk çıkmış, baksana:( (söylentilerime eşim maruz kaldı tabi, ha bir de; pinti değilim, sadece her an internete girmek beynimi döndürdüğü için hala direniyorum akıllı telefona karşı;)

Işığı ve netliği pek düzeltemesem de en azından renkleri canlandırayım merakıyla kolay bir fotoğraf düzenleme programını kullanmaya başladım: photoscape (o olmasa blog yazarlarının hali nice olurdu?)

Öyle böyle derken en sonunda eşim sağolsun uzun araştırmalar sonucunda şu an için ihtiyacımı görecek nitelikte bir profesyonel makine hediye etti (Canon EOS M makinem. Hafif, taşıması ve tutuşu kolay, menüsü anlaşılır).
Makine güzel olunca, çekim yapmak da zevkli oluyor haliyle.
Şimdilerde yazacak konum çok. Ama fotoğraflardaki tatminsizliği bir nebze olsun dindirebilmek için harcadığım zaman artınca, yayın yapmak da güçleşiyor:)
Fotoğraf dipsiz bir kuyu bence. Değişkeni çok. Oynayabileceğin pek çok özellik var.
Fotoğrafsevelerin işi iş yani:)

Şunu belirtmeyi unuttum, fotoğrafa dair teknik bilgim yok denecek kadar az, şu an araştırıp karıştırma aşamasındayım.
İSMEK'in fotoğrafçılık kursuna yazıldık eşimle. 2 kurs merkezine kayıt yaptırmak durumunda kaldık, umarım evimize yakın olana devam edebiliriz.
Asıl yazacağım konuya geldi sıra. Dedim ya fotoğraf uçsuz bucaksız, ben de gidilen bucaklardan feyz alayım diye bazı siteleri inceliyorum fırsat buldukça.


Şu an en beğendiğim site bu. Çekilen fotoğrafların teknik bilgileri (diyafram, ISO bilgileri gibi) genellikle paylaşıldığı için deneme yanılma yoluyla çekim yapacaklar açısından yol gösterici. Site tasarımı da ferah.


Fotoğrafların büyük halini görmek ve site bölümlerini tıklayıp gezmek için üyelik istiyor. Site arka fonunun siyah renkli olması, görünümü sıkıcı bir hale getirmiş bence.


Sitedeki fotoğraflar aşırı profesyonel görünüyor photoshope'u parmak ucuyla kullanan arkadaşlar çok sanırsam:)  Kategorilere göre ticari amaçlı fotoğrafçıların tanıtımları var. "Eğitim" başlığında kısa da olsa faydalı bilgiler mevcut. "Market" bölümünde satışta olan bazı ekipmanlar bulunuyor.


Fotoğraf çekerken hoş bir kompozisyon yakalayabilmek, görsel beceriyi  artırmak için bu tür siteleri incelemek oldukça faydalı.
İlk etapta profesyonel bir makine sahibi olmayabilirsiniz belki ama kompozisyonu yakalamak tamamen sizin elinizde.
Kahve fincanı, deniz manzarası, yemek tabaklarının görünümü, x keyfi gibi bir noktadan sonra baygınlık getiren fotoğraflardan sıkıldıysanız, kaçabileceğiniz limanların adreslerini verdim;)
Sizlerin takip ettiği siteler varsa, memnuniyetle incelerim.

hepyeşil blogunun sahibi İpek Hanım da ilk bakışta korkunç gelen teknik kavramları herkesin anlayabileceği bir dilde açıklıyor, örnek pozlamalarla fotoğraflar paylaşıyor.

* Fotoğraf internetten alıntıdır.

10 Eylül 2014 Çarşamba

AHİR ZAMAN GÜLÜŞLERİ

Yazar: Fatma BARBAROSOĞLU
Yayın evi: Profil Yayıncılık


Ramazan ayında Beyazıt'ta kurulan kitap fuarından aldığım kitaplardan biriydi Ahir Zaman Gülüşleri. Genellikle kitabın kapağı dikkatini çekiyor ya bu dönemlerde insanın, benim ilgimi ismi çekmişti.

Fatma Barbarosoğlu'nu bilenler vardır belki, ben yeni tanıdım kendisini (tanıdım derken, internette araştırarak tanıdım yani:) Yenişafak Gazetesi'nde yazıyormuş.Ekşi Sözlük'ün pek çok şeyden kolayca memnun olmayan ahalisi dahi genel olarak olumlu yorumda bulunmuş gözlem ve yazılarıyla ilgili.

Sosyoloji okuduğundan mıdır, kadın hassasiyetiyle hayata baktığından mıdır bilemiyorum, çok hoş gözlem ve tespitleri var. Kitap 11 kısa denemeden oluşuyor. Tatilde yanıma almıştım kafa dağıtacak, hafif bir kitaptır diye. Yormayan amma ve lakin bazı cümleleri iki-üç kez okutturan bölümleri var.

En beğendim denemeler Kayınvalide Hikayeleri (toplumdaki genel kanıyla "en iyi kaynana ölü kaynanadır" tezini desteklemiyor kesinlikle, onu söylemiş olayım;), Kitap Kapakları ve Hayatınız Sizin İçin Yorumlanır oldu. İlk denemede biraz sıkıldım açıkçası ama sonraki bölümlerde fikrim değişti. Sakin sakin, tadımlık, okunası hoş bir kitap. 

9 Eylül 2014 Salı

ŞİMDİ... NASIL ANLATSAM?

Bazı blog yazarları "yıl olmuş 2014, hala mim mi olurmuş?" diye düşünse de, cevaplamakta bir beis görmediğim mimler bana paslandığında bir kaç satır olsa da yazmayı seviyorum.

Yeniler Kendini Hayat felsefesini benimseyen Özlem Hanım da 20 maddede kendimi tanıtmamı isteyen mimi bana paslamış.
20 madde... Söylemesi kolay: 20.   :)
Bir de... İnsan kendini nasıl anlatır ki?
:)




1- İlkokul 2. sınıfa kadar annemden ayrılmamak için muhtelif zaman aralıklarında ağlayıp arıza çıkaran bir çocuktum. Ama durum ortaokul ve lisede tam tersine döndü, bu sefer yaz tatili ve şubat tatili geldiğinde okuldan ve arkadaşlarımdan (en samimi arkadaşlarım demeliyim tabi) ayrılacağım için büyük üzüntü duyan bir ergene evrildim.

Çocukken haber spikeri olmak isterdim. Bunda babamın oldukça sıkı bir haber, tartışma programı ve açık oturum izleyicisi olmasının büyük katkısı olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Doktor olmayı istediğim zamanlar da oldu tabi her çocuk gibi, hatta lisedeyken de çok istedim, itiraf ediyorum;)


3- Boğa burcuyum. Karakteristik özelliklerinin pek çoğunu gösterdiğimi düşünüyorum. Yükselen burcun karakter oluşmasındaki önemini öğrendiğim gün, doğum saatimi tam olarak öğrenmek için anneme sorduğumda "o acıyla tam saat ve dakika hatırlamamı beklemiyorsun herhalde Beyza?!" mealinde bir şeyler işittiğimi hatırlıyorum:) Ama mesai saati başlamadan doğmuşum, o konuda güvenilir kaynaklardan istihbaratım var;)