27 Aralık 2016 Salı

BEBEK BAKIMINDA DOĞAL YÖNTEMLER

Bebekten önce de hayatımda mümkün olduğunca doğal şeyler yemeye-içmeye ve kullanmaya dikkat ediyor, blogda da paylaşmaya çalışıyordum. Bu kez bebek bakımında kimini okuyarak, kimini aile büyüklerinden, kimini de internetten edinerek uyguladığım yöntemleri paylaşmak istedim. Amacım kesinlikle çok organiğim, harika anneyim iması falan değil. Yazacaklarımın belki tamamını belki de bir kısmını biliyorsunuzdur. Bununla birlikte artık pek çok anne kimyasal ve işlenmiş üründen usanıp, doğal (yada mevcut şartlarda doğala en yakın) yöntemlere başvurmaya çalışıyor. Olur da ufak bir faydasını gören bir anne-bebek olursa ne mutlu bana.

Bebek Banyosu: Oğlumun ilk banyosundan beri zeytinyağlı sabun kullanıyorum. Zeytinyağlı sabunun doğalını ve iyisini bulmak önemli. Merdivenaltı üretimde imal edilen, gıda sektöründe kullanılıp defalarca yanan, içinde zibilyon tane kanserojen madde barındıran ve geri dönüşüm mantığıyla satılıp, sabun haline getirilen türlerden uzak durmak lazım. Güvenilir ve bilinir markaları tercih etmek gerek. Bizim sabunumuz memleketten geldiği için bu noktada şanslıyız.

Bebek banyosunda -bilhassa yaz aylarında- ablamın önerisi ile katran sabunu da kullandım. Kullandığım sabun Süleyman Demirel Üniversitesi Teknokent'inde geliştirilen bir ürün. Banyo tamamlandıktan sonra, katran sabununu köpük halinde bebeğin cildine sürdüğünüzde, yazın olmazsa olmazı sivrisineklere karşı da belirli oranda koruma sağlanabiliyor. Bu linke tıklayarak cilt için faydalı değişik türdeki (safranlı, güllü, pirinçli, keçi sütlü) pek çok doğal sabunu inceleyebilirsiniz. Safranlı harika kokuyor, kullanmaya kıyamadım:) Keçi sütlü olanı da eşim tıraş kremi yerine kullanıyor. Suyla köpürtüp yüzüne sürüyor. Mis! :)


Bebeğimin ayakları üşümesin diye ayağına iki çorap giydiriyorum. Bazen ev patiğini de giyiyor tabi. Haliyle ayaklar terliyor ve kokuş kokuş oluyor;) Kokuyu azaltmak için uyguladığımız yöntem; bebek banyo yaptıktan veya ayaklarını yıkadıktan sonra, çok ıslak olmadan, hafif nemli olan ayak parmaklarının arasına besin türü (içilebilir yani) karbonat sürmek. Ciddi anlamda faydasını gördüğümü söylemeliyim;)

Popo Pişikleri: Eve hiç pişik kremi almadık desem? Tamamen anneanne yöntemi kullandık bu konuda: saf zeytinyağında bekletilmiş kantaron otundan meydana gelen kantaron yağı. (Kantaron yağından emziren annenin korkulu rüyası: göğüs ucu çatlakları yazımda da bahsetmiştim). Bebeğin altını pamuk ve saf sudan teşekkül Uni Baby ıslak mendille siliyorum. Bir miktar tuvalet kağıdı ile cildindeki nemi alıyorum. Sonrasında kantaron yağını yüz temizleme pamuğuna döküyorum. Pişik oluşması muhtemel yerlere sürüyorum. Ben sağ, bebeğim selamet. Şunu hatırlatmak isterim; aktarlarda satılan, küçücük şişelerdeki kantaron yağı değil kastettiğim. Köy pazarlarından yada internette doğal ürün satan şişelerden almanızı öneririm. Ama şu da bir gerçek, beyaz tenli, sarışın bebeklerin ciltleri daha hassas oldukları için pişik olma olasılığı biraz daha yüksek olabiliyor... (Yazının bu bölümünü sevgili kızlıerkeklikedili arkadaşımıza ithaf etmek isterim:)

Gaz Sancısı: Bizim oğlan 1 yaşını doldurmasına rağmen halen çoook gazlı. Geceleri gaz sancısıyla uyanıyor maalesef:( Annede olan gaz emzirme ile bebeğe de geçeceği için, gaz yapması muhtemel gıdalar tükettiğim zaman 1 çay kaşığı kimyonu su ile içiyorum. Bebeğime de bitkisel bir şurup olan Nurse Harvey's içiriyorum. Ama kötü bir haber, Nurse Harvey'sin içeriği ve ismi değişmiş, piyasada artık Nurse Harvey's Colex ismi ile satılıyor. Şurup içeriğine bir sürü şey eklenmiş. Yani artık tamamen bitkisel değil ne yazık ki... Nurse Harvey's isimlisi eczanelerde son parti olarak bulunabilirse ne alâ, zira son parti ürünlerin son kullanım tarihi 2017 Mart'ta bitiyor.


Üşütmeye Bağlı Karın Ağrısı: Ocakta ısıtılan zeytinyağı bebeği yakmayacak şekilde soğutulduktan sonra bebeğin ayak tabanları ve karnı zeytinyağı ile güzelce ovalanınca bebiko rahatlıyor. Bu yöntem özellikle ilk ay epeyce işimize yaradı. Bebeğin gazını da çıkarabilirsek, bizden mutlusu olmuyordu (en azından kısa bir süreliğine...:)

Burun Tıkanıklığı: Burun tıkanıklığını -tecrübe ettiğim kadarıyla- ikiye ayırmak gerek. Birincisi; nezle-grip sebebi ile tıkanan burun, ikincisi; kuru hava nedeni ile tıkanan burun. İlk gruptaki akıntı için yapabildiğim pek bir şey yok açıkçası, tamamen özgür bırakıyorum:) İkinci gruptaki tıkanıklık için tuzlu-su karışımını kullanıyoruz. Tuzdan kastım kaya tuzu tabi. 1 çay bardağı kaynatılıp soğutulan suya 1 çay kaşığı kaya tuzu koyup karıştırıyoruz. İğnesiz şırınga ucu ile bebeğin burnuna -huysuzlanan bebeğin ağlama ve çığrınmalarıyla- sıkıyoruz. Bu yöntem epeyce bilinen bir yöntem aslında. Eczanelerdeki deniz suyuna veya küçük solüsyonlara doğal bir alternatif. Havanın kuruluğundan ötürü tıkanan burun sorununa çözüm için aslında temelde ortamı nemlendirmek gerekiyor. Bunun için de kaloriferlerin üzerine ıslak havlu koyuyoruz. Kaloriferlere takılabilen su hazneleri de var bildiğiniz gibi. Ama bebiko suyu üzerine boca edeceğinden bu yöntem çok uygulanası değil:)  Burnu nemlendirmek önemli, çünkü doğal olarak nemlenmeyen burun, sürekli akıntı üretmeye devam ediyormuş. Bizler ebeveyn olarak vah çocuğun burnu tıkalı, sürekli akıyor diyerek tuzlu-su karışımını bebeğe zerk ettikçe, akıntı artarak gelmeye devam ediyor. Bu sebeple önce ortamı nemlendirmek gerekiyor. Bebek uyurken odasına okaliptüs yağı damlatılan bir pamuk kaymak da işe yarıyormuş. Denedim ben de. Ama aldığım olumlu netice diğer uygulamaların sonucu mu yoksa okaliptüs yağının da etkisi var mı kesin bir şey diyemeyeceğim. 

Bebekte iltihap sebebi ile hırıltı, balgam oluştuğu zaman, yine aktarlardan temin edilebilecek olan günlük bitkisini tavada yanmaya yakın bir şekle gelinceye kadar ısıtıyoruz. Bu sırada bir buhar çıkıyor bitkiden, kokusundan hissediliyor zaten. Elimiz büyüklüğünde bir pamuğu buhara 10-15 cm'ye yakın biçimde tutuyoruz ki buhar pamuğun yüzeyinde kalsın. Pamuk bebeğin cildini yakmayacak ama çok da soğumayacak bir ısıya geldiğinde, pamuğu -bu nokta önemli- ya bebeğin göğsüne yada sırtına koyuyoruz (neden olduğunu bilmiyorum ama annem hep tek taraf koyar pamuğu). İltihap bebeğin kakası ile yada burnundan -e biraz da genzinden- akıyor. Günlük bitkisi damla sakızına benzer bir görünüme sahip, beyazla şeffaf renk arasında, küçük taneli, hoş kokulu bir şey. Yetişkinler çiğneyerek yuttuğunda da aynı etkiyi gösteriyor fakat el kadar bebeğe çiğnetemeyeceğimiz için buharından faydalanıyoruz.

Elma Sirkeli Su: Kış ayının kapıda belirlemesiyle nezle-gripten korunmak için her gün içtiğim suya bir miktar elma sirkesi damlatıyorum. Sirke çok şifalı, malum. Hem mikropları kırıyor hem de iltihap söktürüyor. Bebeğim çok hoşlanmasa da bazen su içtiği biberona azıcık elma sirkesi damlatıyorum. Yüzü ekşiyor, pek içmiyor ama ne yapalım? :)

Aslında bu konularla ilgili bebeğim doğmadan önce aldığım ve göz attığım kadarı  ile de oldukça memnun kaldığım bir kitap var; Doğal Yöntemlerle Bebek ve Çocuk Bakımı Ansiklopedisi.


İlk etapta aklıma gelen uygulamalar bunlar. Şiddetle öneri aradığım bir durum var ki o da yemek sonrası bebeğimin ağzını ıslak mendille silme yöntemine bir alternatif. Islak mendil kolayına geliyor insanın ama gönlüm hiç rahat değil:( Sabunlu bez hazırlamak meşakkatli geliyor, ne yalan söyleyeyim şimdi... Farklı konularla ilgili önerilerinizi de okumaktan büyük mutluluk duyarım;)

İnstagram'da birdunyafikir hesabından takip edebilirsiniz;)

30 Kasım 2016 Çarşamba

ŞEKERSİZ KEK

Aslında başlığı yazarken biraz düşündüm doğru bir tanımlama yaptım mı acaba diye. Şekersiz kelimesinden kastım, klasik anlamda bildiğimiz şekeri kullanmamış olmam. Yoksa kekin tadı şekersiz değil. Şöyle ki; Canan Karatay'ın "şeker en tatlı zehirdir" cümlesini duyduğumdan beri şekerli gıdalarla arama mesafe koymaya çabalıyorum. Çabalıyorum diyorum, çünkü aslında tatlıyı seviyorum. Şekerden kaçınmamın bir diğer faktörü de bebeğime 1 yaşına kadar tatlı gıda maddelerinden mümkün olduğunca yedirmeme çabamdı. Gerçi mahalle baskısıyla, yediğimiz tatlı şeylerden az biraz yavrucağıza da tattırmak durumunda kaldım (Evet, resmen yediğimiz lokmayı sayıyordu kerata. Lokmayı tabaktan alıp ağzımıza atıncaya kadar öyle bir takipliyordu ki göz hakkıdır diyerek azıcık tadına baktırmam yönünde zorlanıyordum:)

Laf nereden nereye geldi:) Bebikocuk 1 yaşını doldurduğu için -yine kısıtlı miktarda olsa da- tatlı bir şeyler yedirmeye başladım. Dedim ki çocukcağıza ev keki yapayım. Şeker yerine de pekmez kullanayım. Ana fikir güzel tabi, şeker yerine pekmez. Kullandım da. Tadı gayet güzel oldu. Lakin bu pekmez de yüksek sıcaklıkla temas edince HMF adı verilen kansorejon bir madde üretiyormuş (yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir şey mi oluyor şimdi bu?) Fakat andız ve keçiboynuzu pekmezleri yahut soğusıkım pekmez kullanıldığında bu tehlike ortadan kalkıyormuş. Esasında keki bir kaç kez pişirip yedikten sonra detaylı araştırma yaptım pekmez ile ilgili. Ve kullandığım da üzüm pekmeziydi. Ama zararın neresinden dönersek kâr tabi. Tesellimiz bu. Bundan sonra söz konusu pekmezlerden kullanmaya çalışacağım (Konuyla ilgili detaylı bilgi için bir gıda mühendisi ve Makarna Lütfen markasının sahibi Tuğba Hanım'ın bu yazısını inceleyebilirsiniz).

Ev keki denince akla masum bir şey geliyor. Ben de bu sebeple elimden geldiğince faydalı malzemeler kullanmaya çalıştım. Misal; keçiboynuzu tozu. Keçiboynuzu tozu, kakaoya alternatif olarak kullanılıyor. Kekin rengi aynı kakaolu kek gibi kahverengi oluyor. Miktar olarak da sadece 1 çay kaşığı kadar kullandım aslında. Tarif tamamen doğaçlama. Annemin yıllardır kullandığı, kendince icat ettiği bir kek tarifi vardır. O ölçüdeki unla kek yoğun olduğu için ben biraz unu azalttım, keçiboynuzu tozu ekledim, süt yerine yoğurt (evde süt olmadığı için:), kabartma tozu yerine de besin türü toz karbonat kullandım. Vanilya tozunu ise işlenmiş bir ürün olduğu için kullanmadım.


Malzemeler:

3 yumurta (oda sıcaklığında)
1 su bardağından biraz az pekmez (tatlı seviyorsanız 1 tam bardak daha iyi olacaktır)
1 çay bardağı (oda sıcaklığında) yoğurt (süt de olur pek tabi)
1 çay bardağı zeytinyağı (farklı bir sıvı yağ da olur)
7 yemek kaşığı un
1 çay kaşığı keçiboynuzu tozu
1 çay kaşığı içilebilir besin türü toz karbonat
Ceviz taneleri (üzüm de güzel yakışıyor ama bu sefer kullanmamıştım)

Yapılışı:

Yumurtaları ve pekmezi derin bir kapta güzelce çırptım.
Yoğurt ve zeytinyağını ekleyerek tekrar çırptım.
Unu ve diğer toz malzemeleri eleyerek karışıma ekledim, şöyle bir karıştırdım.
Cevizleri de ekledikten sonra tekrar güzelce çırptım.
Önceden 180 derecede ısıttığım fırında, dibini zeytinyağı ile yağladığım tepsiye kek karışımını dökerek 30 dakika pişirdim. Bu süre zarfında fırını hiç açmadım ki kekim kabarık olsun.

Uydurmasyondan kaydırmasyon, ama tadı güzel kekimin tarifi böyle a dostlar. Yoğurdumuz da ev yoğurdu olduğu için bebekiyo da daha bir gönül rahatlığıyla yedirdim. Ama pekmez farklı türde olaymış iyiymiş:) Bi' dahaki sefere kısmet...

21 Kasım 2016 Pazartesi

BEBEK İÇİN LAVANTA KESESİ YAPIMI

Devir; her olayı dibine kadar yaşama, abartma, sömürme devri. Söz konusu bir bebeğin dünyaya gelecek olmasıysa eğer, ooo hazırlıklar bir türlü bitmek bilmiyor. İnsanın bir yanı rengarenk, çeşit çeşit hazırlıkların her birinden kendi zevkine göre sahip olmak isterken, bir yandan da tüm bu hazırlıkların gereksiz yere pahalı olması ve vicdani bir takım hislerin devreye girmesiyle bir noktaya gelince "dur ve mantıklı ol" diyor. 

Hal böyleyken, internetin faydalı yönü hemen devreye giriyor tabi. Şöyle ki madem hazırlık yapmak istiyorum ama gereksiz yere fazla harcama yapmak istemiyorum, hem de el emeği bir şeyler hazırlamak niyetindeyim, o halde internette sörf olayı başlasın! Ben de aynen öyle yaptım:) Öncelikle nasıl bir şey hazırlamak istediğimi düşündüm. Ve tercihimi lavanta kesesinden yana kullandım. Kanaviçe işlemeyi de çok sevdiğim için, kanaviçe işlemeli lavanta keseleri yapmaya karar verdim.

Kanaviçe emekli iş tabi. E işlenecek sayı da çok. Hem hızlı ilerleyecek hem de bebek olayı ile bağdaşacak bir model bulmam gerekiyordu. Araştırdım karıştırdım, emzik işlemeye karar verdim:) 
İki çeşit kese işledim. Biri mavi-bebek mavisi-sarı, diğeri mor-eflatun-yeşil tonlarında...


Öncelikle etamin kumaşından (şu an ebatlarını ne yazık ki hatırlamıyorum ama gözünüze hoş gelecek bir boyutta kendiniz ayarlayabilirsiniz zaten) dikdörtgenler kestim. Emzik modellerini işledim. Dikdörtgenin en üst kısmından bir kaç sıranın ipliğini sökerek kumaşı fırçıttım. Bu kısmın sökülmemesi (atmaması) için makine ile zikzak dikiş yaptık. Dikdörtgenleri kese olacak biçimde kumaşın tersinden diktik ve tabi ki ağız kısmını açık bıraktık ki içini lavanta ile doldurabilelim... Lavanta zaten aktarlarda kilo ile satılıyor. O kısım işin en kolayı:) Keselerin ağzını dikmek için ince şerit şeklinde kurdeleler aldım mor ve mavi renklerde. O işte cepte. En çok uğraştığımız, nasıl yapalım, ne eyleyelim diye düşündüğümüz kısım etiket kısmı oldu. İstediğimiz tarzda bir görsel bulup, üzerine "Hoş geldin x bebek" (bebeğimizin ismi yani) yazdık. Görseli nereden buldunuz derseniz dreamstime.com olduğunu söyleyebilirim. Belirli bir ücret karşılığında, belirli sayıda görseli indirip kullanma şansınız oluyor bu sayede. Tabi bu siteden sadece görseli edinmiş olduk. Hoş geldin ve isim yazma mevzusunu da eşim Word'de halletti sağ olsun (dikiş kısmı da ondaydı, o noktayı da atlamamayım:). A4 ebadındaki kağıtlara aralıklı olarak görseli ve yazıları yerleştirdik. Çıktılarını aldık. Sonrasında ozolitçide PVC ile kaplattık ve tek tek kullanılacak şekilde kestik. Kurdeleye geçirmek için en üst kısma yuvarlaklar çizmiştik. Evde bulunan delik açma aleti ile o noktalardan her bir etiketi deldik ve işin en çetrefilli kısmı da böylece hallolmuş oldu:) 


Yüzde yüz ev ve el yapımı, yüzde yüz anne-baba emeği ve bir kez daha yüzde yüz bebeğimize özel bir lavanta kesesi oldu. Gayet de içimize sindi:) Keseler tamamen hazır olunca hepsini temiz bir kutuya yerleştirdim dağıtılacakları günü beklemeleri için. Ve canım istedikçe de kutunun kapağını açıp açıp baktım ve yüzüme kooocaman bir gülümseme yayıldı mis gibi lavanta kokusu eşliğinde:) "Ay çok güzel olduuu" demeyi de ihmal etmedim tabi kendi kendime:)


Maliyeti nedir derseniz, bu konuda öylesine şanslıydm ki... Etamin kumaşını ablam çok önceden vermişti bana, kullanmıyorum, sen bir şeyler yaparsın demişti. Etamine ücret ödemedim ama o dönem metresi 12 tl idi (seccadelik etamindi kullandığım). Kurdeleler derseniz, oturduğumuz yer tam bir tekstil cenneti. Kurdeleleri Eminönü'ndeki tuhafiyelere toptan veren bir sürü dükkan var yakınımızda, o derece diyeyim:) Her dükkan perakende satış konusunda dost canlısı değil ama maalesef, bu sebeple biz de biraz aranmak zorunda kaldık. Ama sağ olsun yardımsever bir dükkan bulduk ve kurdeleler için -ısrar etmemize rağmen- hiç para almadılar bizden:) Hayrına verdiler:) (Toparlacık karnımı görünce Eminönü'ne gidecek halim olmadığından da yardımcı oldular sanırım). Ama kurdele zaten pahalı bir şey değil, ona da 10 lira falan yeter sanırım. Lavanta için 20-25 tl arası bir şey vermiştik ama epeyce bir kısmı arttı. Etiketleri PVC ile kaplama da sanırım 10-12 tl arası bir meblağ idi. Etiket görseli için biraz masraf yaptık. 45 tl gibi bir şey. Ama bu ücret karşılığı epeyce görsel indirebiliyor. Diş buğdayı, yaş günü falan derken yine işinizi görür yani:) Ücretsiz olarak da görsel temin edilebilir tabi ama çözünürlükleri pek iyi olmadı kağıda bastığımız zaman. Tercih sizin o noktada.

İşte böyle a dostlar. Ben 100 adet lavanta kesesi hazırladım. En fazla harcamayı görsel için yaptım, onunla dahi toplam maliyet 100 tl'yi bulmadı. Şayet hazır olarak satın alsaydım keseleri, 100 adet için çok ciddi bir masraf yapmam gerekecekti. Hediye ettiğim kişilerin olumlu tepkileri de beni çok mutlu etti. Ben sonuçtan gayet memnunum şahsen:) 

17 Kasım 2016 Perşembe

DAHA FAZLA DİRENEMEDİM... ARTIK BENİM DE İNSTAGRAM HESABIM VAR!

Uzunca bir aradan sonra -diğer sosyal medya mecralarına inat yada onlara üye olmasına rağmen halen blog aleminin sularında gezen- herkese merhaba.
Epey zamandır blog aleminin sakinleştiği, eskiden aktif olan pek çok kişinin ya ortadan kaybolduğu yada diğer sosyal medya hesaplarında aktif oldukları malumunuz efendim.

Ben yazmayı seven biriyim, bu sebeple blog benim için her zaman faklı bir kulvarda.

Fakat son 1-1.5 senedir bebeğimin hayatıma girmiş olması temel sebep olmak kaydıyla, farklı meşguliyetlerin devreye girmesiyle birlikte, blogda istediğim sıklıkta ve içerikte yayın yapamaz oldum.

Zamanım eskiye nazaran daha kısıtlı. Yazacak bir şeyler bulsam dahi, güzel görsellerle yazılarımı desteklemedikçe o yazı içime sinmiyor (kahrolsun mükemmeliyetçilik!) Ama gelin görün ki öyle eskiden olduğu gibi san'atsal içerikli (!?) fotoğraflar çekecek imkanım yok şu an için:/

Sosyal medyanın çeşitliliğine yetişebilecek zamanım ve enerjim de yok açıkçası. Ne kadar çok hesap, o kadar çok zaman harcama, merak, gözlerde şaşılaşma ve beyin hücrelerinde yorulma oluyor bana kalırsa. Ha tabi pek çok yeni şey öğrenebilme imkanı da oluyor ama zamandan çok fazla çaldığını düşünüyorum.
Tüm bu sebeplerle epey bir süre direndim İnstagram hesabı açmakta. Ta ki bloga yazma fırsatımın bir süreliğine daha uzayacağını kabul etme ama içimdekileri de paylaşma arzusunu yenemeyeceğim gerçeğini kabul edene kadar. Sonunda ben de bir İnstagram hesabı açtım a dostlar...

İlgilenen arkadaşım varsa instagram.com/birdunyafikir/ dan takipçi olabilir.

Daha kısa aralıklarla blogda yayın yapabilmek umuduyla...

Sağlıcakla kalın.

11 Ağustos 2016 Perşembe

FAKİR KENE

Yazar: Birhan KESKİN
Yayınevi: Metis Yayınları

Fakir Kene bir şiir kitabı. Şiirle pek aram yoktur aslında ayıptır söylemesi... Lisede sayısal bölüm mezunu olduğum için de pek öyle ciddi ciddi edebiyat dersi gördüğüm söylenemez. Gerçi edebiyat dersiyle pek haşır neşir olmasam da edebiyatın pek çok farklı türünü (roman, hikaye, söyleşi, nehir söyleşi-evet böyle bir yazın türü var-,deneme) severek okuyorum. Ama nedendir bilmem, şiirle fazla aram yok.

Hani öğretirlerdi okulda şiir türlerini; lirik, didaktik, epik, pastoral, satirik,... Hangi türün hangi duygu türünü ele aldığı dahi yer etmemiş hafızamda (pastoral hariç). Durumum o derece vahim anlayacağınız. Şiir nedense sen gittin, ben öldüm bittim modunda şeyler barındırıyor bünyesinde sanki. Yada ben bu türe denk geldim daha çok?.. Şiir bana göre hayatın her alanıyla ilgili olmalı. Her şeyi dert edinmeli. Net olmalı, bir de kısası makbul sanki benim için. İşte şiirle aram bu kadar mesafeliyken, tümünü ezbere bildiğim hiç bir şiir olmadığını fark ettim şu an (İstiklal Marşımız hariç tabi). Gerçi şimdi kendime çok da haksızlık yapmayayım, hafızamda olan bir şiir -daha doğrusu şiirin çok kısa bir bölümü- var mesela:

Yaş otuz beş yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün  (Cahit Sıtkı Tarancı)

Düşününce bir tane daha geldi aklıma;

Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan, bir günahı
Benim seni beklediğim kadar (Necip Fazıl Kısakürek)

Kısa ve net. Böylesini seviyorum. Necip Fazıl'ın şiirlerini her ne kadar ezbere bilmesem de, gözüm değip de okuduğumda beğenmişimdir zaten. Ha bir de Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerini severim. Zaten kitaplığımdaki tek şiir kitabı M. Akif'in Safahat kitabıydı. O kafiyeler, taşı gediğine koymalar... Harika... İsterdim ki ben de konuşmalarımı "ne demiş şair?" diye başlayan bir cümle ile süsleyip, güzel mısralarla muhabbetimi devam ettireyim. Ama gel gör ki olmadı mı olmuyor, elden ne gelir?


Dedim ya şiir kitabım pek yok diye, Fakir Kene de bu sebeple ayrı bir yere sahip kitaplığımda. Safahat ile birlikte para verip aldığım ikinci kitap olma sıfatını barındırıyor bünyesinde. Henüz şiir türünün üçüncü bir temsilcisi yok kitaplığımda belki ama bu bir başlangıç olabilir benim için... Fakir Kene'yi sadevederin blogunun sahibi deeptone'un bir yazısında denk geldikten sonra almıştım. Şiirlerin konusu farklıydı, bu sebeple okuyup şansımı bu alanda da denemek istedim.

Güncel konulara dair şiirleri var Birhan Keskin'in. Özgecan Aslan cinayetiyle ilgili bir şiiri var mesela. Ses çıkardığı için uyuyamadığı ve sinirlendiği hidrofor için şiir yazmış bir de. Bu durumu çok sevdim. İnsan neler neler hisseder, sinirleri nasıl bozulur da şiir yazar hale gelir hidrofora:). Daha ciddi konularla ilgili şiirler de var kitapta elbette. Kardeş Payı, Bırak Bırak ve Parmağımda Bir Mavi Yüzük de beğendiklerim arasında...

Benim gibi şiirle arası pek olmayanlar için iyi bir başlangıç olabilir Fakir Kene.

26 Temmuz 2016 Salı

İNŞALLAH

Yazar: Gülçin DURMAN
Yayınevi: İz Yayıncılık

Çalıştığım kurumun belirli aralıklarla yayınlamış olduğu bir dergi var. Dergide kurum çalışanlarının yazmış olduğu yazılar yayınlanıyor. Doğum öncesinde benim de bir yazım yayınlanmıştı. İnşallah kitabının yazarı Gülçin Hanım ile tanışmamız da bu vesile ile oldu. Dergimizin editörü Gülçin Hanım ile mail üzerinden yazıştık, henüz yüz yüze tanışma imkanımız olmadı maalesef. Ama izin dönüşü umarım görüşebilme imkanımız olur kendisiyle. Mail yolu ile bile olsa, bir insanın nezaketi ve cana yakınlığı kendini belli ediyor.

Gülçin Durman'ın iki adet hikaye kitabı var. Durman'ın bazı öyküleri edebiyat dergilerinde yayınlanmış. Kitapları olduğunu tesadüfen öğrendim internetten. Ve ilk kitap alışverişinde de sepetime ekledim. İnşallah, yazarın yayınlanan ikinci eseri. İlk kitabı Kent Hikayeleri ismini taşıyor. Peki Beyza madem iki kitap da sende var, neden önce ilk kitabı okumadın derseniz (çok da umrumdaydı sanki de diyebilirsiniz gerçi) şöyle söylerim; ben dergileri de tersten okumaya başlarım. Yine şeytan dürttü zar:)


Gelelim bu öykü kitabına... Kitabın kapak yazısında yazarın gelenek-fantastik arasında gezinen köprüde öyküler yazdığı belirtiliyor. Fantastik öykü tarzı çok alışkın olduğum bir tarz değil aslında. Bu sebeple bazı hikayelerin sonunda ne düşüneceğimi şaşırdığımı söyleyebilirim. Kitaba ismini veren İnşallah isimli öyküde İskender Pala tadına benzer bir tat aldım. İlginçti. En sevdiğim hikayeler Müşterek Hayat ve Sezon Finali oldu. Bu hikayeler biraz daha benim okuduğum tarza yakın. Gündelik hayattan, rastlayabileceğimiz bolca kare var... Toplam 11 hikayeden oluşan kitap bir çırpıda bitiverdi-sanırım darbe girişimi öncesinde okuduğum için kafam daha yerinde olduğundan konsantre olarak okuyabilmiştim. Yakında Kent Masalları'nı da okuyup sizinle paylaşırım İNŞALLAH...

12 Temmuz 2016 Salı

KİTAPTAN BİR ISIRIK ALMAK YERİNE KİTABA ODAKLANMAK

Hani bloga hazırlayacağı bazı yazılar için bekler ya insan; bir şeylerin olmasını, olgunlaşmasını yada ruhen hazır olmayı... Bu yazı da benim için öyle oldu aslında.

Bebeğim günden güne büyüyor. Her gün yeni şeyler keşfetmeye, denemeye ve öğrenmeye çalışıyor. Doğduğu günden beri ben ilgileniyorum. Ailem yanımda ve hep destekçim, sonsuz şükran borçluyum onlara... Bebeğimin günlük ihtiyaçlarını karşılamak (emzirmek, bezini değiştirmek, uyutmak, ek gıdalarını yedirmek, giydirmek, vs.) çok büyük oranda benim sorumluluğumda. Özellikle ilk aylar daha da fazla bana bağımlıydı. Tabi bir bebeğin günlük ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra oynamaya ve kendisine ilgi gösterilmesine de muazzam derecede ihtiyacı olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum.

Bebeğimle günlük ihtiyaçlarını karşılamanın dışında kalan sürelerde ciddi anlamda oyun oynuyorum (aylardır halının üzerinde geçiyor gündüz saatlerim). Oyundan kastım da ses çıkaran oyuncaklarını sallamak, bir şeyler anlatmak, kol-bacak kaslarını hareket ettirmek vs... 3. aydan itibaren çevresinde olan bitenle yavaş yavaş ilgilenmeye başlayan, süt-uyku-altını kirletme üçlüsünden bambaşka bir dünyanın daha var olduğunu anlayan bebekle zaman geçirmek gerçekten farklı bir deneyim ve sabır işi. 

Ben kitap okunan bir evde büyüdüm. Kitap okumayı hep sevdim. Şu an için de evinde en sevdiğin bölüm hangisi derseniz, cevap olarak kitaplığımı söylerim. Çocukken evimizde kocaman vitrinli bir dolap vardı. Hani eskiden olurdu evlerde, bilirsiniz. İşte o vitrinli kocaman dolabın büyük kısmı kitaplarla doluydu. Farklı odalarda da kitaplıklarımız vardı. Yani kitap hayatımın hep bir parçası oldu.

Henüz bebeğim doğmadan önce, kitap fuarlarına gittiğimizde hoşuma giden bazı kitaplardan alırdım bir gün çocuğum olursa okur diye. Bazı kitapların yıllar sonra baskılarını bulmak çok zor oluyor çünkü.

Ve gün geldi, bebeğim doğdu. 2 ayını tamamladı, görsel zekasını geliştirmek için yukarıda bahsettiğim oyun zamanlarında benim de sabırla çalışmalarım başladı. İlk olarak edu kids'in siyah-beyaz ve kırmızı renklerden oluşan nesnelerin bulunduğu görsel hafıza geliştirme kartlarını göstermeye başladım bebeğime (bebekler ilk aylarda bu renkleri seçebiliyormuş çünkü). Hatta annem takılırdı "oğlum annen ders mi çalıştırıyor sana yine?" diye. İlk zamanlar bebeğimin bir şey anlayıp anlamadığını tam olarak bilemesem de sebatla kartları göstermeye devam ettim. Kartların her birindeki detayları tane tane, özenle, kısa ve tekrarlayan cümlelerle anlattım. Eli kolu hareket edip dişleri de kaşınmaya başladıkça kartları incelemek yerine hep ağzına götürdü oğlum. Bir güzel kemirdi. Sabırla kartlara bakacağı günü bekledim. Zaman içinde artan sürelerle kartları inceledi. Ama daha çok dişlerini kaşımak için kullandı kartları.

4. ay içerisinde D&R'den 3 tane kitap aldık (mini boy olanın bir tanesini daha sonra aldım).


Küçük olanı kavraması kolay olur düşüncesiyle almıştım. Haklı da çıktım. Bir güzel eline aldı, kemirdi. Kenarlarını beyazlatıp, sayfalarını tükürükle hamurlaştırana kadar paraladı. Sabırla bekledim. O gün gelecek, oğlum elbet bir gün kitabını ısırmak yerine içindeki şekillerle ilgilenecekti. Filli olana bayılmıştım alırken, o kocaman burun harika bir fikir. O burun neler çekti oğlumdan:) Kaç kez ısırıldı, asılındı? Allah biliyor artık. 


İş Bankası Kültür Yayınları'nın hareketli kitabı bambaşka bir olay. O kitabı kendime aldım desem yeridir, o derece güzel. Her sayfasında hareket eden bir bölüm var. Mesela ilk sayfada hareketli mekanizmayı parmağınızla yukarı çekince zürafaların kafası görünüyor. Çok sevimli, motor becerisini geliştiren ve ilgi çekici bir kitap. Yaş aralığı 2-5 aslında ama acayip ilgi çekici.

Dedim ya bebeğim kitapları pek güzel kemirdi, yalayıp hamurlaştırdı diye, o tecrübeden sonra bez kitaplardan aldık. Aslında öncelikle bunları almalıydık ama bizde durum böyle gelişti:) Bez kitapların hakkını verdi oğlum. Her yerini yaladı, ısırdı, çekiştirdi, salladı, yere attı. Şekillerini incelemekten ziyade, ağzında gezdirdi kitapları.


Gel zaman git zaman 7. ayını doldurup 8. ayına doğru ilerleyen bebeğime diğer kitaplarından sıkılmıştır, değişiklik olsun düşüncesi ile İş Bankası'nın hareketli kitabını gösterdim (yaş aralığı ve boyutu büyük olduğu için daha sonra kullanırız diye düşünmüştüm). İşte o gün tam dönüm noktasındaymışız, nereden bileyim? Her daim açtığım kitap sayfalarını afiyetle ağzına götüren, anlattıklarımın bir kulağından girip diğerinde bir müddet bekleyip beklemediğinden emin olamadığım bebeğim merakla sayfadaki şekilleri inceliyor! Anlatıyorum, dinliyor. Kitaptan ısırık almak yerine gerçekten dinliyor! Allah'ım, o anki sevincimi anlatamam! Aylarca süren çabalarımın, döktüğüm dillerin karşılığını almak... Paha biçilemez! Kitabın tüm sayfalarına baktık birlikte, anlattım. Hareketli kısımlarını gösterdim. Çok ilgisini çekti. Kendisi de hareket ettirmeye çalıştı. Küçücük parmaklarını kullanmaya çok hevesliydi. Baktım dinliyor, başa sardım, kitabı tekrar okudum, anlattım, şekiller hakkında konuştum. Vallahi dinliyor! :) Aşina olduğu küçük kitaplarından birini aldım, bir de onunla deneyelim diye. Yeminle onu da dinledi! :)


Uzun lafın kısası, bebeğim 7.5 aylıkken kitaplardan bir ısırık almak yerine, içindekileri anlamaya ve kavramaya çalışıyor. Sayfaları çevirmeye çabalıyor. Her bebek için bu süre farklı olabilir elbet. Daha erken yada daha geç. Ama 7-8 ay sanırım ortalama bir değer, rastladığım kadarı ile böyle.

Sevincimi sizinle de paylaşayım dedim. Bu süreçlerden geçecek ebeveynlere naçizane deneyimimi aktarayım istedim. Umarım bebeğim de kitapları seven, "haydi şimdi bunu okuyalım" diyen, sorgulayan, düşünen, popüler kültürün her pompaladığı şeye kapılmadan aklını kullanan ve vicdanını dinleyen bir birey olur.

10 Nisan 2016 Pazar

ANTON ÇEHOV / HİKAYELERDEN BİR DEMET

En son okuduğum kitap, Anton Çehov'un hikayelerinden oluşan bir kitaptı. Çok da planlayarak aldığım bir kitap değildi aslında. Kitapçıya sorduğum kitapların hiç birine ulaşamayınca, klasiklerden bir şey alayım düşüncesi ile 2 kitap satın aldım. Bu da onlardan biri.

Hoşuma giden yönlerinden biri, Anton Çehov'un onlarca hikayesinden ince eleyip sık dokuyarak, en iyilerinin derlenmesiydi. Gerçi en iyileri kıstasını belirleyen ben değilim, taktir edersiniz ki tüm hikayelerini okumuş değilim;) Lakin hikayeleri tercüme eden ve Rus Edebiyatıyla yakından ilgilenen Yrd. Doç. Dr. Beyhan Asma böyle söylüyor.


Kitabın beğendiğim diğer bir yönü; Beyhan Hoca tarafından Anton Çehov'un hayatı ve eserleriyle ilgili bilgilendirici bir bölümün kitabın başlangıcında yer almasıydı. Anton Çehov'un doktor olduğunu ama edebiyatçı kimliğinin hep ön planda olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum. Anton Çehov'un yazdığı eserler büyük ilgiyle karşılandıkça, yazar çok daha az eser yayınlamaya başlamış. Sanırım bu durumun sebebi, zirvede kalmaya devam etme çabası. Açıkçası taktirle karşıladım bu durumu. Zira günümüzde hak ederek yahut hasbelkader iyi iş çıkaranlar, "ne versek gidiyor" mantığı ile hareket ederek kalitelerinden ödün verebiliyor maalesef...

Çehov, genellikle kısa ve öz hikayeler yazmayı tercih etmiş. Kitaptaki hikayeler de hep kısa, 1.5 sayfa süren var mesela. En uzun olanı da 6-7 sayfayı geçmemiştir tahmin ediyorum.


Hikayelerde genellikle dönemin bürokratik kesimine ve zengin tabakaya inceden inceye dokundurma yapılıyor. Yer verilen olaylar, durumlar ve karakterler değerlendirildiğinde, çevreye dair gözlem gücünün yüksek olduğu ve bazı durumlarda taşın gediğine "cuk" oturtulduğunu fark etmek de mümkün. Kitap, 20 hikayeden oluşuyor.  Tercüme konusunda çok hassas olduğumu pek çok kez dile getirmiştim. Kitaptaki ifadelerin anlaşılır, noktalama ve yazım kurallarına dikkat edilmiş olması, tercümeyi doyurucu kılıyor.

Anton Çehov/Hikayelerden Bir Demet
Çeviren: Beyhan Asma
Yayınevi: İlya Yayınevi

4 Nisan 2016 Pazartesi

SÜRPRİZ KİTAP HEDİYESİ

Kargoyla gelecek bir kutunun içinden çıkan sürpriz bir kitap sanırım pek çoğumuzu mutlu eder;) Belki de sosyal mecralarda karşılaşmışsınızdır bu konuyla. Bir kitap hediyeleşme kampanyası başladı. 

Meselenin özü şu; en az 6 kitapsever arkadaşa ihtiyacımız var. Kullandığınız sosyal mecralarda bu kitap kampanyasından bahsediyorsunuz. Kampanyaya katılmak isteyenler, sizin paylaşımınızın altına mail adreslerini bırakıyorlar. Siz de onlara, sizin yorum bırakmış olduğunuz kişinin adresini  ve kendi adresinizi veriyorsunuz. Size yorum bırakan kişi, sizin yorum bırakmış olduğunuz kişiye hediye olarak kitap gönderiyor. Sizin yayınınız altına yorum yapan ve kampanyayı  kendi sosyal mecralarında yayınlayanların sayfasına yorum yapan kişiler de size kitap gönderiyor. Silsile bu şekilde ilerliyor. Ve size ulaşacak kitap sayısı 36'ya kadar ulaşabiliyor.

Ben hediye kitabımı aldım. 1-2 gün içerisinde de kargoya vereceğim inşallah. Siz de kitap okumayı ve insanları mutlu etmeyi seviyorsanız, buyurun, aşağıya "ben de varım" diyerek mail adresinizi yazın ki size detayları iletebileyim:)

30 Mart 2016 Çarşamba

YILLARCA AYNI RÜYAYI GÖRMEK

Önceleri yalnızca kendimde olan bir şey zannediyordum.
Sonra bir arkadaşımla konuşurken, onda da aynı durumun olduğunu duydum.
Daha sonra annemin de aynı şeyi yaşadığını öğrendim bir sohbetimiz esnasında.
Rüyalardan bahsediyorum.
Yıllar boyunca aynı konuyu, aynı yeri, aynı kişi veya aynı olayı gördüğümüz rüyalardan...

Bahsettiğim kabus gibi, beni uykumdan uyandıran, huzursuz eden ve tıpa tıp aynı şekilde görülen rüyalar değil.
Bunlar zaten kabus olarak adlandırılıyor ve derin travmalar sonrasında görülüyor.
Ben daha masum rüyalardan bahsediyorum.
Konu aynı, ama zaman-mekan-kişiler farklılık gösteriyor.

Şöyle izah edeyim;
Ben 7 yıl boyunca (orta okul ve lise öğrenciliğimde) okula servisle gidip geldim.
Annem her sabah beni uyandırırdı.
Uykum hafiftir, genel olarak kolay kalkarım.
Ama bazı sabahlar pek de kalkasım gelmez, uyanıp yeniden uyurdum (klasik öğrencilik hali:)
Annem bir sefer gelir, kalkmam.
İkinci sefer gelir, kalkmam.
Üçüncü gelişinde "kalkmazsan sen bilirsin, okula otobüsle gider ve sanırım ikinci derse falan ancak yetişirsin. Bu durumda müdür yardımcısından da mazeret kağıdı almak için derdini anlatman gerekir!" diyerek kendi cephesinde olayı noktalardı.
Benim için bu tek taraflı iletimdeki anahtar kelimeler otobüs, müdür yardımcısı ve mazeret kağıdı idi.
Otobüs denen toplu taşıma harikası yarım saate bir gelir, şansım varsa ilk dersin sonuna doğru ancak yetişebilirdim.
Müdür yardımcısına gidip de "hay aksi, uyuyakaldım da gecikivermişim" demek pek hoşuma gitmezdi tabi.
Bu sebeple annem tüm cool tavrıyla bu cümleleri sarf edince ben de zıpkın gibi kalkardım yataktan. :)
Yıl oldu 2016, mezun olalı oldu 11 yıl. Ben hala okul servisini kaçırır, belediye otobüsünü yakalamak için koşturup dururum rüyalarımda:)

Arkadaşım mesela; liseyi bitireli onun da 11 yıl oldu,  lisede geçemediği bir ders olduğunu ve onun için sınava çağrıldığını görüyormuş rüyasında:) (üniversiteden de mezun tabi bu arada! :)

Sizin de var mı yıllardır gördüğünüz bir rüya?

28 Mart 2016 Pazartesi

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR

Hakkında ne hissettiğimden tam emin olmadığım bir kitap oldu Çavdar Tarlasında Çocuklar. Bir kaç tercüme kitapta rastladığım anlatım bozuklukları ve tercüme yanlışları, çeviri kitap okumaktan soğutmuştu aslında beni. Bu kitabı da bir arkadaşımın bebekli günlerde kafamı dağıtmam için sırf üşenmeden evimize kadar belki okurum diye getirmesi sebebi ile okumaya başladım. 

Kahramanımız, 16 yaş buhranlarda olan Holden Caufield isminde bir ergen. Ergenimiz dünyayla, kendisiyle bir şekilde iletişim halinde olan pek çok kişi ile sorunlar yaşıyor (kardeşleri hariç diyebilirim). Aslında sorunu şu; insanları, ortamları, muhabbetleri hep samimiyetsiz buluyor. Holden kendiyle de sorunlu aslında. Hatalı ve eksik yönlerini biliyor, bunlarla dalga geçmeyi iyi başarıyor. Hatta öyle ki kitabın bazı yerlerini okurken resmen kahkaha attım:) Kitabın güzel olan tarafı buydu. 

Hoşuma giden ve bir kenara not aldığım şu kısmı paylaşmak isterim: 

Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları cam vitrinlere koyup oldukları gibi saklayabilseniz.

Okuduğumda hem gülümsediğim hem de düşündüğüm şu kısmı da yazmadan edemeyeceğim:

Ne yaparlarsa yapsınlar da beni lanet bir mezara tıkmasınlar. Pazar günleri millet gelip karnınızın üstüne bir sürü çiçek falan koyacak, daha bir sürü zırvalık. Öldükten sonra çiçeği kim ne yapsın? Yani...

Holden'ın Central Park'taki ördeklerin kış mevsiminde nereye gittikleri konusundaki merakı takdire şayandı. Sahiden, bazen insan kimsenin aklına gelemeyen ama aslında ince bir detay olan şeyleri çok merak edebiliyor.


Gelelim sevmediğim yönüne; söyledim ya, çeviri benim için önemli. Amerikan filmlerinde duyup taklidini yaptığımız "hey ahbap, senin derdin ne?" tarzındaki muhabbetlerin kitapta sıkça yer alması... Örneğin "ne cehenneme kavga ediyordunuz?" yada "benim için ne dersen de ama lanet dinimle dalga geçmeye kalkarsan, tanrı aşkına..." gibi cümleler bana çok manasız ve sıkıcı geliyor:/ (gerçi yazar böyle yazdıysa, çevirmen ne yapsın?) Bunun yanı sıra berbat, lanet, tanrı aşkına gibi kelimeler de o kadar çok tekrara düşülmüş ki... Bir yerden sonra insana fenalık geliyor. Holden biraz argo bir üsluba sahip, onu demeye çalışıyorum aslında;)

Kitabın ortalarını geçmeme rağmen isminin neden bu olduğuna bir türlü anlam veremesem de sonlara doğru iyice yaklaşınca sebebini anladım nihayet:)

Tam olarak nasıl bir duygu beslediğimi çözemediğim bu kitabı, yine de okuduğum için pişman değilim. Tekrara düşen kısımlarına rağmen eğlenceli olduğunu bile söyleyebilirim.

Yazar: J. D. Salinger
Yayın evi: Yapı Kredi Yayınları
Çeviren: Coşkun Yerli

13 Mart 2016 Pazar

MAVİ KUŞ

Son zamanlarda kitap almanın en önde gelen kıstaslarından biri  kitap kapağının tasarımı oldu. Dışı hoş, içi boş pek çok kitap da türedi tabi bu arada. Kapağa aldanıp kitap satın almak pek adetim olmasa da bu alışkanlığımı Mavi Kuş kitabını satın alırken bir kenara bıraktığımı söyleyebilirim. Aslında işin doğrusu şöyle, bu aralar takıntım Mustafa Kutlu kitapları, bilen arkadaşlarım vardır belki. Yazarın bir kaç kitabını aynı anda satın almıştım fuardan. Bu kitap da onlardan biri. Mustafa Kutlu kitapları ortalamasına göre biraz kalınca olsa da (210 sayfa) yazı puntosunun oldukça okunaklı olması ve neşeli kapak tasarımıyla, o kadar kitap içerisinde bana kendini aldırma isteği uyandırmıştı (kapağın tasarımı yazara ait, uygulama ise Ercan Patlak'ın).


Kısa bir sürede okunabilecek bu uzun hikaye, hayatın kendi rutininde devam ettiği bir kasabada başlayıp, bu kasabada yaşayanları dünyaya açılan bir kapı olarak adlandırabileceğimiz bir trene yetiştirmeye çalışan Mavi Kuş lakaplı bir minibüste geçen olayları konu ediniyor. Yol almaya mecali olmayan eski minibüsün birbirinden ilginç yolcu ve mürettebatı var: tarihi eser kaçakçılığı yapan turist bir çift, bu işlere karıştıklarından hiçbir haberi olmayan ve çifte rehberlik yapan arkeolog Gül, yurdun en ücra köşesinde dahi gönüllü olarak öğretmenlik yapmaya hevesli Murat öğretmen, ama yurdun en ücra köşelerinde bulunmaktan pek de hoşnut olmayan ve bu öğretmenin eşi olan Neşe, kafası hafiften güzel gezen ama iyi niyetli hükümet tabibi, içine kapanık kuyumcu, deli dolu minibüs şoförü Kenan, boyu büyümüş ama aklı büyümemiş muavin Seyfi, kimselerin pek de tınmadığı Beşir Ağa, jandarmaların nezaretinde yolculuğa çıkan tutuklu, hasta bir anne ve eşi, valiz içinde yolculuk yapan Erol... Hikayede pek çok karakter var. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, kitabın son sayfalarına yaklaştığımda ters köşe olduğumu ve şaşırdığımı söylemeliyim:) Öyle bir sonu hiç beklemiyordum. Bu son hoşuma gitti mi? Evet. Ama bir yandan da konunun ucunun açıkta kaldığını, yada bilinçli olarak okuyucuya bırakıldığını hissettim. Okuması zevkli, hızlı ilerleyen bir kitap.

Yazar: Mustafa Kutlu
Yayın evi: Dergah Yayınları

1 Mart 2016 Salı

KİŞİSEL BLOG YAZARLARI NE DÜŞÜNÜYOR?

Blog yazmaya başlama durumu sanırım herkeste farklı gerekçelere dayanıyordur. Ama uzun ama kısa zaman geçse de yola çıktığımız ilk gün ile bugün arasında sanırım düşünsel ve yazınsal olarak bazı farklar ortaya çıkıyor. Benim için öyle en azından...  1 delinin günlükleri blogunun sahibi Ayhan arkadaşımızın başlattığı Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor? isimli mim, blog yazma sürecimde tecrübe ettiğim bazı durumları gözden geçirme konusunda hoşuma gitti açıkçası. Mim 8 sorudan oluşuyor. Okumak isterseniz buyurun yazının devamına...

1. Yakın Çevrenizdeki İnsanlara Blogunuzdan Bahsediyor Musunuz?

Yazmaya başladığım ilk dönemlerde bahsetmemiştim. Fakat blogumdaki içerik arttıkça; düşüncelerine değer verdiğim, okumayı ve incelemeyi seven bir kaç arkadaşıma ve tanıdığıma blogumdan bahsettim. Ve sanırım bu mimi okuduğum günle aynı güne denk gelmesi güzel bir tesadüf oldu, blogumdan haberdar olan ve çok sevdiğim bir tanıdığım, yayında olan sitelerinde benim de yazı yazmamı teklif etti. Tabi bu durum beni oldukça mutlu etti (Sitenin mevcut içeriği benim yazdığım konulardan biraz uzak ama sanırım içeriklerini genişletmeyi düşünüyorlar. Nasip kısmet diyelim;) 

2. Neden Blog Yazıyorsunuz?

Öncelikle yazmayı sevdiğim için. Blog yazdığım yaklaşık 4 yıllık süreçte pek çok konu hakkında yayın yaptım. Okuduğum kitaplar, gezdiğim yerler, bazen duygu dünyamı etkileyen bir şarkı, bazen yaptığım bir yemek yada işlediğim bir etamin... Hepsi emek verdiğim ve bir şeyler hissettiğim durumlar sonucunda ortaya çıktı ve yaşamımda -yazdıklarımı hiç kimse okumasa dahi- benim için yazılı birer iz.

3. İlk Yazınız İle En Son Yazdığınız Yazı Arasında Ne Gibi Farklar Var?

Yazmaya üniversite yıllarında başladım aslında. Ve o dönem daha çok durum tespitleri üzerine yazıyordum. Üslubum biraz daha ironi içeriyordu. O yazılarımdan birkaçını farklı bir blogda paylaşmıştım (paylaşımları da bir gece içinde yapmıştım:) fakat sonrasında o blogu bıraktım ve paylaşımlarımı bu bloga ekledim. Blogdaki ilk yazım bir hikaye. Edremit Belediyesi'nin düzenlediği Sebahattin Ali Öykü Yarışması'na göndermiştim ama bir sonuç elde edemedim;) Sonrasında hikayemi bir dergiye gönderdim ve yayınlandı. İki Yandaki Boşluk isimli, takıntılı bir insanı konu edindiğim hikayemi okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz. Bu mimi saymazsak son yazım bir kitap eleştirisi olan Hüzün ve Tesadüf. İlk yazım biraz uzunca, son yazım ise kısa. İlk yazımda bir hedefim vardı, son yazım ise sadece canım istediği için yazdığım bir yazı. İlk yazım düşünce dünyama aitti, son yazım ise hissettiklerime dair.

4. Blog Yazmak Normal Yaşantınıza Neler Kattı?

Çok şey kattığını söyleyebilirim. İlk başlarda sadece yazıyordum. Sonrasında yazdıklarımı görsellerle desteklemeye başladım. Desteklediğim görsellerin kendime ait olması isteği ortaya çıktı zamanla ve daha iyi fotoğraf çekmek için -eşim sağ olsun- profesyonel bir fotoğraf makinem oldu, fotoğraf kursuna gitmeye başladım (gerçi bebek sebebi ile yarım kaldı ama...). Çevremi daha dikkatli izler oldum.

Bunun yanı sıra çalıştığım Müdürlük için bir internet sitesi açtık ve içeriklerini ilk etapta ben hazırladım (teknik konular hakkında destek aldım elbette). Kısa bir süre devam etti ama bir hobi sitesi için içerik hazırladım. Her biri çok değerli ve önemli kazanımlar benim için.


5. Yakın Arkadaşlarınıza Blog Yazmalarını Önerir Misiniz?

Yazmaya merakı olan ve okuyan bir insan, bir şekilde blog aleminden haberdar olur diye düşünüyorum. Benim önerime ihtiyacı olacağını çok sanmıyorum açıkçası...

6. Hangi Kaynaklardan İlham Alıyorsunuz?

Beyinsel fonksiyonlarımdan:) Görüyorum, duyuyorum, düşünüyorum, hissediyorum, yapıyorum ve yazıyorum. Çevremdeki her şey beni tetikleyebilir.

7. Diğer Blog Sahipleri İle İyi İletişim Kuruyor Musunuz?

Yüz yüze görüştüğüm bir blog yazarı yok açıkçası (hazioz blogunun sahibi Hazel hariç, üniversitede benden bir dönem alttaydı).  Facebook'ta eklediğim bir kaç blog yazarı arkadaşım var (hazioz ve yaşam izi). Bazı konularla ilgili mail yoluyla görüştüğüm, tecrübelerinden faydalandığım blog yazarları da oldu zaman içerisinde. nurdanishere bunların başında geliyor.


8. Rahatsız Olduğunuz Konular Var Mı?

Olmaz mı? :) Yazımı okuduğunu hiç sanmadığım ama sırf yorum yazmak için yazan ve "blogunu takibe aldım canım, bana da beklerim" tarzındaki yorumlardan hiç hoşlanmıyorum.

Vakti zamanında çok güzel içerikler hazırlayıp geniş bir takipçi kitlesine ulaşan bazı blog yazarlarının vakti zamanı gelince sadece sponsor destekli yayınlar yapması, yorumlara asla cevap yazmaya tenezzül etmemeleri ise pek de hazzetmediğim konular. Onca yorumun içinden sadece bir kaçına canımlı cicimli yorum yapan ve diğer yorumları görmezden gelen blogları da pek anlayamıyorum açıkçası.

Benim düşüncelerim bu yönde. Konuyla ilgili fikirlerini paylaşmak isteyen arkadaşlarım da bu güzel mimi yanıtlayabilirler.

* Görseller alıntıdır.

24 Şubat 2016 Çarşamba

HÜZÜN VE TESADÜF

2015 yılının geneli ve 2016 yılının ilk ayları benim için tabiri caizdir zannediyorum ki, Mustafa Kutlu kitapları yılı oldu. Evdeki Mustafa Kutlu kitapları stoğunu bitirmek için sanıyorum 2 kitabı daha devirmem gerekiyor.


Hüzün ve Tesadüf, 17 kısa hikayeden oluşuyor. 88 sayfalık, kısa sürede okunabilecek bir kitap. Lakin gelin görün ki bebekli hayatımda kitap okuma hızım kaplumbağadan daha da yavaş (Anneciğim sağ olsun, evde bana hiç iş yaptırmadığını düşünürsek, hız konusundaki tespitim tam da yerinde) . 16 hikayeyi ortalama bir okuma hızıyla tamamlasam da son hikayeyi okumak bir türlü nasip olmadı! Nihayet bugün okuma fırsatı buldum da kitabı bitirebildim. Aynı yazarın kitaplarını arka arkaya okumak bünyeme ters mi geldi bilmiyorum. Belki de sınırlı vakitte çok da sakin kafayla okuma şansım olmadığından biraz sıkıldım. Bunda yazarın bazı hikayelerdeki doğaya dair betimlemelerinin fazlaca yer almasının da payı olabilir. Uzun uzun yapılan betimlemeler bazen can sıkıcı olabiliyor. Sanırım Mustafa Kutlu'nun deneme tarzındaki kitaplarını daha çok sevdim. Yada bir kitapta bölümler halinde yazdığı kitapları... (Yazara ait okuduğu diğer kitaplarla ilgili yorumlara Okuduklarım başlığından ulaşabilirsiniz). Bu kitapta en çok beğendiğim hikayeler, eski bir tren garında geçmişte ve bugün yaşanan olayların yer aldığı, kitaba da ismini veren Hüzün ve Tesadüf ile çocukluk günlerinde geçen ve üzücü bir sonla nihayete veren Uç Selahattin Uç oldu.

Yazar: Mustafa Kutlu
Yayın evi: Dergah Yayınları

9 Şubat 2016 Salı

BEĞENDİĞİMİZ TELEVİZYON PROGRAMLARI

Televizyon her ne kadar kafa ütüleyen bir aygıt olsa da bazen izleyince insana hoş dakikalar yaşatan programlar olabiliyor.

Çok fazla televizyon izleyen biri değilim. Ama söyleşi, sanat ve gezi türündeki programları seviyorum.

Saymış olduğum tarzda yayınlar yapan bir kanal var; TRT TÜRK.

Çok düzenli olmasa da denk geldikçe izlediğim bazı programlar bulunuyor yayın akışlarında.

Örneğin; Ömer Öztürk'ün sunduğu Vapurda Çay Simit Sohbet bunlardan biri.
İstanbul'un alameti farikalarından biri olan Şehir Hatları Vapurunda, seyir esnasında her hafta ünlü bir konuk ve halktan 2 kişinin katılımıyla bir söyleşi gerçekleşiyor.
Misafirler, tanınmış olan konuğa sorularına birebir yöneltebiliyorlar.
Samimi, hoş bir yapım.
Arada ince belli bardaktaki çaylar  tazeleniyor, sohbet muhabbet bir yandan devam ediyor.
Program, Ömer Öztürk'ün öğrencilik yıllarında ulaşım için vapuru çok fazla kullanması esnasında kafasında canlanmış ve sonrasında da hayata geçirme şansı bulmuş.


Yine trt türk'te yayınlanan, mikro art sanatçısı Hasan Kale'nin sunduğu Şehr-i Minyatür severek takip ettiğim bir yapım.
Hasan Kale orijinal bir insan, çok yetenekli.
Mikro art sanatını kendisini izleyince öğrendim.
Akla hayale gelmeyecek nesnelere (mesela makarnaya, kaju fıstığına, kelebek kanadına) inanılmaz güzellikte ve detayda resimler yapıyor Hasan Kale.
Programın içeriği şöyle; yetenekli sanatçımız canım İstanbul'un güzide mekanlarından birini geziyor, o mekana ait rivayetleri veya o mekana ait tarihe not düşülmüş olayları izleyici ile paylaşıyor, sonrasında atölyesine geçerek seçtiği birbirinden ilginç herhangi bir nesneye gezmiş olduğu yeri barındıran şahane bir çizim yapıyor. Gezdiği mekanları anlatma üslubu biraz tutuk geliyor bana, ama çizimlerinin güzelliği yanında bunun pek de önemi kalmıyor bana göre. 
En son seyrettiğim programda, kelebek kanadına Galata Kulesinin yer aldığı bir silüet çizdi. Ondan bir önceki programda Sultanahmet Cami bahçesini ve At Meydanı'nı (diğer bir deyişle Sultanahmet Meydanı) resmetmişti. Hem de hafızasından, hiç bir görsel öğeye bakmadan! Büyüteç gibi herhangi bir araç da kullanmıyor üstelik (Bu sanatla uğraşanlar genellikle büyüteç kullanarak resmedermiş. Fakat Kale bu yönü ile diğer sanatçılardan ayrılıyormuş kendi ifadesi ile). Maşallah fotoğrafik bir hafıza, yetenekli parmaklar ve iyi gören gözler bahşedilmiş kendisine;)


Epeydir izlemesem de -hala devam ediyor mu onu da bilmiyorum aslında- CNNTURK'te yayınlanan, Güven İslamoğlu'nun sunduğu Yeşil Doğa programını da beğeniyorum. Program vasıtasıyla hem ülkemizdeki doğal güzellikleri görme fırsatı oluyor hem de -ne yazık ki- bazı bölgelerde doğal güzelliklerin ve çevrenin nasıl talan edildiği gözler önüne seriliyor.


Sizin severek takip ettiğiniz programlar neler?

* Severek takip ettiğimiz internet siteleri ile ilgili yazım için Girince Rahatlıyorum başlıklı yazıma göz atabilirsiniz.

2 Şubat 2016 Salı

EMZİREN ANNENİN KORKULU RÜYASI: GÖĞÜS UCU ÇATLAKLARI

Hamilelik döneminde internet ortamında pek çok yerde emziren annelerin göğüs ucu çatlaklarından yana yakıla dert yandığını ve çözüm aradığını okudum. Bu durum zihnimde hayli yer ettiği için daha hamilelik dönemindeyken elimden geldiğince tedbir almaya çalıştım. Kullandığım yöntemlerden ikisi internet ortamında karşılaşılabilecek öneriler. 2. ve 4. ürün ise kendimce bulduğum ve denediğim şeyler.

Hamilelik sürecinde, 5. aydan itibaren Lierac kremi kullanmaya başlamıştım. Faydasını gördüğümü düşünüyorum.


Hamileliğim yaz aylarına da denk geldiği için cildin doğal olarak neme ihtiyacı oluyordu. Bu sebeple yaz aylarında ihtiyaç oldukça, sonbahar aylarında da günde bir kez saf gül suyunu sürdüm. Saf gül suyunda kullandığım marka Rosense. Cilt temizliğinde de hiç tonik vs. kullanmıyorum.

Doğuma 1 ay kala günde 1 kez Lansinoh kremi de kullanmaya başladım. Bu krem pek çok kişi tarafından tavsiye ediliyor. Tavsiye edilmesindeki en önemli sebeplerden biri, doğal bir içeriğe sahip olmasından ötürü, bebeği emzirmeden önce silmeye ihtiyaç olmaması. Açıkçası içeriğini çok merak ettim fakat sanıyorum ticari bilgi olması nedeniyle paylaşılmıyor.



Bebeğim doğup da emzirmeye başladığımda, bu kadar şeyi kullanmaya ne halim kaldı ne de vaktim.
Bu dönemde Lansinoh kremin yanı sıra zeytinyağında bekletilen kantarondan oluşan kantaron yağını kullandım (aktarda satılan küçük şişelerden değil, evde yapılan kantaron yağından kullandım).
Her emzirmeden sonra kantaron yağını sürdüm. Süt sağacağım zaman da kantaronu sürerek işleme başladım. İlk günlerde sadece tek göğsümde bir çatlak oluştu. Çatlak çok can yakıcı bir şey:/ Ama istikrarlı bir şekilde kantarona devam edince çok şükür ki çatlak iyileşti. İnternette genellikle aynı şeyler tavsiye ediliyor. Zeytinyağı ve kantaron karışımına hiç rastlamadım. Umarım bu sıkıntıyı yaşayanlara bir çare olur bu naçizane tavsiyem. Şu an bebeğimin bezini değiştirdikten sonra da pişik kremi kullanmıyorum, hiç kullanmadım. Kantaron yağı kullanıyorum ve Allah'a şükür bir sıkıntı yaşamadık şu ana kadar. Evde şu anda bildiğimiz litrelik şişe içerisinde kantaron yağı bulunuyor.

Göğüs ucu çatlağını önlenmede benim deneyimlediğim kadarı ile alınabilecek ilk tedbir cildi çok önceden nemlendirmeye başlamak. Bunun yanı sıra bebeği emzirme şekli, bebeğin emme kuvveti gibi unsurlar da çatlağın oluşmasında oldukça etken.

Dip not olarak eklemek isterim; kantaron bitkisi saf zeytinyağı içerisinde belirli bir müddet bekletildikten sonra (kendim hiç yapmadığım için süreyi bilemiyorum) kantaron yağı olarak kullanıma hazır hale geliyor. Yanıklar ve yara üzerine uygulama konusunda da oldukça olumlu etkisi var. Evinizde muhakkak surette bulundurmanızı öneririm. Kantaronun çeşitleri oluyor; şayet evde kendiniz yapmayı düşünüyorsunuz internetten detaylıca araştırmanın faydası var.

27 Ocak 2016 Çarşamba

BLOGGERLAR GÖZÜNDEN BLOGUM

Severek takip ettiğim 1delinin günlükleri blogunun sahibi Ayhan arkadaşımın blog yazısıyla haberdar olduğum bir mim bu. Ayhan arkadaşım beni bizzat mimlemedi aslında ama konu hoşuma gitti, ben de kendi kendimi mimledim.:)

Zaman ve emek harcayarak blogumda yazmaya çalışıyorum. Bebeğimden önce çok daha fazla vakit ayırabiliyordum bloguma, ama yine de ihmal etmemeye çabalıyorum. Yazmaya başlayalı neredeyse 4 sene olacak. Pek çok şey paylaştım burada sizlerle. Blogum benim için çok değerli. Yazmayı seven biri olarak, blogum hayatımı mutlu ve anlamlı kılan bir olgu benim için.


Bu mim vasıtasıyla, blogumun sizlerin nezdindeki yerini öğrenmeyi çok isterim. Mesela; 

En çok hangi türdeki yazılarımı beğeniyorsunuz?

Blog tasarımım kullanışlı mı?

Yayın yapma sıklığım az mı, çok mu? Kendimi unutturuyor muyum yani? ;)

Bunun gibi şeyler işte;)

Yapılan paylaşıma yorum alabilmek, çeşitli görüşlerin belirtilmesi, yazan kişi için yazısını daha da anlamlı kılar bana göre.
Ama şöyle de bir gerçek var, yazdıklarımı kimse okumasa dahi, canım istedikçe geriye dönüp kendim okurum:)
Yeni albüm çıkaran şarkıcılar parçalarımın her biri çocuğum gibi diyor ya, o hesap işte... (hiç de hazzetmem aslında bu laftan;)

Ama yine de bu mime vakit ayırıp bir kaç satır yazarsanız oldukça mutlu olurum.

21 Ocak 2016 Perşembe

DİKİZ AYNASINA SÜS: ÇARPI İŞİ VOSVOS

Ben de Vosvossevergillerfamilyasınınbirüyesiyim:)
Etamin işlerken baktım hep kendime çalışıyorum, dedim bir de eşime güzellik yapayım, arabaya bir süs hazırlayayım.
Şablonu bile bu kadar sevimli olan bir Vosvos kim bilir işlenince nasıl güzel olacaktı?


Yukarıdaki fotoğrafta işlediğim Vosvos tam anlamıyla kime niyet kime kısmet oldu.
Bayram için memlekete gittiğimiz dönemde ablamlar da yeni araba almıştı.
Ben de işlediğim ilk Vosvosu onlara hediye ettim.
Aslında çalışmanın tamamen bitmiş halini görmek henüz bana da nasip olmadı çünkü ben sadece işlenmiş haliyle verdim.
Ablam etamin kumaşını kese şeklinde dikti ve içine -ben göremedim gerçi ama- elyaf doldurdu.
Son tahlilde de, en üst kısmına  kurdela dikerek dikiz aynasına asmışlar.
Benim aklımdaki şey de zaten tam olarak buydu.


Sonra farklı renklerle kendi arabamıza da işledim bir tane.
İşleme kısmında sorun yok da dikiş mevzusu beni zorluyor, işin tamamlanmasını engelliyor:-/
Bu konu üzerine biraz çalışmam lazım.
Bizim süs ablamınkine göre biraz daha büyük oldu sanırım, belki bir ara boyundan küçültme yoluna gidebilirim.
Şimdilik astık aynamıza, sallanıp duruyor kerata:)Tabi bu işlemeleri doğumdan önce yaptığımı da söylemem gerek;)


Şablonu nerelerden bulup kaydettim hiç hatırlamıyorum maalesef.
Kullanmak isteyenler için ekliyorum aşağıya.


13 Ocak 2016 Çarşamba

VATAN YAHUT İNTERNET

Yazar: Mustafa Kutlu
Yayınevi: Dergah Yayınları

2014 yılında kitaplarıyla tanıştığım Mustafa Kutlu'yu okumaya devam ediyorum. Bu kitaba başlayalı aslında epeyce zaman olmuştu. Ancak doğum hazırlıkları sürecinde bitirmeyi başaramadım. Bir kitabı yarıda bırakıp geriye dönmeyi hiç sevmem. Fakat bu kitap deneme tarzında olduğu için tekrar açıp okumak pek de sorun olmadı.


Kutlu, gazete köşesinde yıllar içerisinde yayınlanan yazılarını bir araya getirerek oluşturmuş Vatan Yahut İnternet isimli kitabını. Mustafa Kutlu, Anadolu'yu bilen ve iyi bir gözlem yeteneğine sahip bir yazar bana göre. Dili, okuduğum ve blogda da Okuduklarım başlığı altında paylaştığım diğer kitapları gibi sade, samimi ve anlaşılır. İçerik genel olarak ülkemiz gündemi, şiir, doğa ve özlem duyulan eski günlerden dem vurur vaziyette. Kitapla ilgili olumsuz tek düşüncem, bazı konular yahut konuların içerisinde değinilen bazı hususların farklı yazılarda tekrara düşmesi. Ama bu durum, yazıların 20 yıl içerisinde yayınlanmasından ötürü hoş karşılanabilir.

9 Ocak 2016 Cumartesi

BEBEKLİ GECE VARDİYASINDAN BİLDİRİYORUM

Uzunca bir aradan sonra yeniden merhaba. Kasım ayı içerisinde bebeğimizin doğduğunu paylaşmıştım sizlerle. O gün bugündür -hatta doğum iznine ayrıldığım dönemden beri- hayatım oldukça değişti. Artık çok farklı rutinlerim var. Daha az uyuyorum mesela... İyiliği için elimden geleni yapma gayretinde olduğum minicik bir canım daha var.

Bebekli hayata alışmak, eskiden -evet, bir kaç ay öncesi asla geri dönülemeyecek bir yaşam şekli artık- gayet severek yaptığım ve benim için hayatı güzelleştiren bazı rutinleri yapmak şu an için biraz lüks kaçıyor.

Bebeğim doğmadan önce çok dua etmiştim, "Allahım, lütfen bana çok bağımlı ve kucaktan hiç düşmek istemeyen bir bebek olmasın" diye. Sanırım duayı vaktine denk getiremedim;) Bebeğimin kısa aralıklarla ve az miktarda beslenmesi gerekiyor. Ve beslendikten sonra da dik tutulması lazım (süt ağzına tekrar geri gelip kusmaması için. Ve dikkatli olmamız geretiğini malesef bir sağlık sorunu yaşadıktan sonra öğrendik:( Hal böyle iken bebek gün içinde saatlerce kucağımda duruyor. Ama çok şükür bebeğim şu an iyi. Fakat şu aşamada tek başıma bakabileceğim yahut eskisi gibi ev işlerimi kendim halledebileceğim bir durumda değilim. Çok şükür ki ailem ve eşim en büyük destekçim. Ama hem fiziksel hem de psikolojik olarak zorlanmıyorum desem yalan olur. Ama buna da şükür, sağlığı yerinde ya...

Hal böyle olunca a dostlar, blog yazmak biraz hayal oldu bu aralar. Şu an bebeğin gece 12-5 vardiyası bende (ufaklık yüz üstü yatmayı çok seviyor ama çok küçük olduğu için biz kontrol etmeden uyumasını istemiyoruz). Bu sebeple annemlerle dönüşümlü olarak "vardiyadayız". Yoksa gün içerisinde vakit bulup yazmam şu an için imkansız.

Çoook özlediğim şekilde; elimde nescafem, masa başında keyifle blog yazma imkanım şu an için olmasa da, bebek kucağımda uyurken telefondan yazılarınızı okumaya çalışıyorum zaman zaman (el kadar bebenin başında cep telefonu kullanmak içime dert olmuyor değil ama saatlerce oturmaktan da daral geliyor malesef). Yorum bırakma şansım pek olmuyor. Şimdilik böyle, ne yapalım...

Benim cephede durumlar böyle.Belki gece vardiyalarında yazma imkanım olur (cep telefonundan "bik bik" yazmaya çalışmak da çok sıkıcıymış).

Sizler bize de dua edin lütfen. Bu hassas dönemi kolayca ve kısa bir sürede atlatalım.